İklim Değişikliği Sonrası Kutup Bölgelerinin Jeopolitiği

 

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ SONRASI KUTUP BÖLGELERİNİN JEOPOLİTİK KONUMU

Tolga ELDURMAZ [1]

İklim değişikliğinin en büyük çevresel etkileri Kutuplarda yaşanmaktadır. Binlerce yıldır donuk halde duran toprakların çözülmesi, eriyen suların okyanus akıntılarını değiştirmesi, okyanusa eklenen erimiş buzulların (tatlı su) okyanus sularının kimyasında neden olacağı değişim ve bunun canlılar üzerindeki etkisi gibi doğal ortamda yaşanması beklenen çok sayıda radikal değişim söz konusudur. Bu değişimler sadece iklimsel konularda değil, siyasi konularda da ön plana çıkmaya başlamıştır (Seval 2019). Coğrafi anlamda arazideki fiziksel değişimlerin yanı sıra eriyen buzullar sonrası ortaya çıkacak yeni doğal kaynakların kullanımı ve hak iddiaları nedeniyle Kutup ve Kutup altı bölgelerde yaşanması beklenen büyük siyasi çekişmeler söz konusudur. Bu çekişmeler gün geçtikçe kızışırken ön plana çıkan saha Kuzey Kutbu olmaktadır. Coğrafi konumu itibariyle 60. Kuzey paralelinin kuzeyinde kalan alanlara ihtiva eden Arktika genel olarak kar buz ve buzullarla kaplı, ağaçsız ve donmuş topraklarla çevrili, buzda yaşayan organizmaları, denizde yaşayan balık ve deniz memelilerini, kuşlar, kurtlar, karibular (ren geyiği) ve kutup ayıları gibi kara hayvanları ile insan topluluklarını da içeren yaşamla dolu bir ekosistemdir (Limon, 2020a). Bu çerçevede 9 milyon kilometrekaresini karaların oluşturduğu yaklaşık 27 milyon kilometrekareye denk düşmektedir (Kavas, 2014; Aktaran: Kavas, 2019). Geçmişte insanoğlunun Afrika ve Amerika kıtalarında, altına hücum etmesi gibi, iklim değişikliği Arktika’ya küresel bir yönelim başlatmaktadır (Limon, 2020a). Bu bölgede Rusya Federasyonu, Kanada, Norveç ve Amerika Birleşik Devletleri direkt olarak coğrafi ve kültürel bağlarıyla ön plana çıksa da İsveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Japonya ve İngiltere yakın ülkeler olarak söz sahibi olma çabasındadır. Hatta son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti gibi bölgeden uzak ama bölgede çıkar sahibi olmak isteyen çok sayıda ülke söz sahibi olmaya çalışmaktadır.

Arktika’nın sınırları net bir kara parçasından ibaret olmadığı için tam olarak belirlenmesi oldukça güçtür. Buna karşın Güney Kutbu yani Antarktika’nın sınırları daha somut olarak çizilir. Kıtayı çevreleyen Güney Okyanusu ve Antarktika tek bir bölge olarak değerlendirilebilir. Bu bölgenin coğrafi konumu 65 – 90 Güney enlemleri arasında yer almaktadır ve %95’i buzlar altındadır (Öztürk, 2015). Antarktika çevresindeki karalar oldukça uzak ve bölgeyle bağlantısız olduğu için bu bölgede hak iddia eden ülke sayısı Arktika yani Kuzey Kutbu’ndan daha azdır. Kıtaya en yakın 2 ülke olan Şili ve Avustralya’nın yanı sıra koloniyal dönemden mirasçı durumundaki İngiltere bölge için çekişir. Avustralya, Antarktika’nın %42’si üzerinde hak iddia etmektedir. Şili, Antarktika pasaportu vererek kıtada hak iddia ettiğini bildirmektedir. Birleşik Krallık Antarktika’da hak iddia ettiği bölgeyi “British Antarctic Territory” olarak tanımlamakta, kıtada görev yapan araştırmacıları vergiden muaf tutmaktadır (Öztürk, 2015).

Arktika özelinde konuyu ele alacak olursak ülkelerin bir anda bu bölgeyi sahiplenmesi tesadüfi ya da duygusal değildir. Kavas (2019) 21. yüzyılda Arktika’nın gerek jeopolitik – jeostratejik gerekse jeoekonomik önemini oluşturan iki temel sacayağı bulunduğunu belirtir. İlki bölgede son dönemde keşfedilen ciddi ölçekli yer altı zenginlikleri, ikincisi ise özellikle küresel ısınmayla birlikte iklim koşullarındaki değişime bağlı olarak bölgedeki deniz ulaşımı ve ticaretinin daha avantajlı hale gelme olasılığının yüksekliğidir. Bugün buzulların erimesine neden olan küresel iklim değişikliğinin temel nedeni doğal kaynak tüketiminde sınırı aşan insan etkinlikleridir. Yani bölgeden elde edilecek özellikle fosil kökenli doğal kaynakların piyasaya kazandırılıp kullanılması iklim krizini derinleştirerek insan yaşantısını daha derinden etkilemeye devam edecektir. İşte bu yüzden aynı Güney Kutbu’nda olduğu gibi Kuzey Kutbu’nun da gezegenin geleceği ve insanlığın iyiliği için bilimsel amaçlarla kullanılması konusunda uluslararası çözüm önerilerine ihtiyaç vardır.

İklim Değişikliğinin Kutuplar Üzerindeki Etkileri

Karalar üzerindeki yağan karın yeniden kristalleşmesiyle veya suyun donmasıyla oluşan, kendi ağırlığı ile ileri doğru hareket eden büyük ve kalıcı buz kütlesine buzul (glasye) adı verilir (Özey, 2014). Buzulların Kutup bölgeleri çevresine sıkışmış halde, dar bir alanı kapladığını düşünürüz. Oysaki bugün yaşadığımız dünyanın yaklaşık 15 milyon kilometrekaresini (dünya karalarının %10’unu) buzullar kaplar. Dünyadaki buzulların %99’u Antarktika (13 milyon km²) ve Greenland’da (1,73 milyon km²) yer almaktadır. Geri kalan %1 ise yüksek dağ zirvelerinde bulunur (Özey, 2014). Büyük bir kısmı Kutuplarda yer alan buzulların iklim üzerinde sanılandan daha fazla etkisi vardır. Bu nedenle buzul bölgelerinde yaşanabilecek fiziki değişimler iklim sistemleri üzerinde büyük etkiler yaratabilir. Medeniyetten uzaktaki Kutup buzulları bu fiziki müdahalelerden ve değişimlerden etkilenmez gibi düşünülse de maalesef Kutuplar, günümüzde büyük tehditlerle karşı karşıyadır. Karşı karşıya kaldığı en büyük felaket küresel ısınmadır (Galip Akın, 2013). Son yıllarda ısınma yerine “küresel iklim değişikliği” ya da “iklim krizi” olarak adlandırılan bu olay, tamamen insan etkisi sonucunda gezegenimizin atmosfer olaylarının ve iklim özelliklerinin doğal süreçlerden daha hızlı bir şekilde değişmesidir. İnsan aktivitesi ve sanayi sistemleri tarafından atmosfere çok miktarda bırakılan CO2, CH4, N2O gibi gazların aşırı sera etkisi oluşturması sonucu, yeryüzünde (atmosferin troposfer tabakasının yeryüzüne yakın bölümünde) sıcaklığın giderek artmasına neden olmaktadır (Galip Akın, 2006). Bu sıcaklık yükselmesi ise hem Kutupların hem de Kutuplardan uzak bölgelerdeki dağ buzullarının hızlı bir şekilde erimesine neden olmaktadır. Eldeki kayıtlar Arktika’daki permafrost alanlarına yakın zamanda birçok alanda ısınmaya ve erinmeye başladığını göstermektedir (Limon, 2020a). Ortaya çıkan daha fazla ısınma daha fazla erimeye, azalan albedo ise daha fazla ısınmaya neden olan ve kendini yöneten bir döngünün oluşmasına yol açar (Türkeş, 2019). Bu durum sadece bölgesel bir problem olarak algılanmaktadır. Ancak Kutup buzullarında yaşanan kayıp, bölge ile alakası olmayan farklı bir noktadaki kara parçasını da olumsuz etkileyebilmektedir. En basit haliyle buzul kaybı, küresel ölçekte deniz suyu seviyesinde değişimlere neden olarak su baskınlarını meydana getirme riskini barındırır. Ayrıca buzullardan eriyip okyanusa katılan tatlı su, okyanus sularının tuzluluk oranını ve dolayısıyla pH dengesini etkileyerek okyanus ekosistemleri üzerinde olumsuz etkiye neden olacaktır. Bunun yanı sıra buzullar genel hava ve su dolaşımı üzerinde büyük bir belirleyici güçtür. Özellikle buzullardan eriyen tatlı sular Avrupa ve Kanada’nın yüksek enlemlerinde yaşamı kolaylaştıran sıcak su akıntılarını (Transpolar ya da Körfez Akıntısı) bloke edecektir.  Beaufort Döngüsü ve Transpolar Akıntısı’ndaki değişim Arktika’nın ısınmasıyla bağlantılıyken dünyanın hızla değişen bir uzaktaki ekosistemleri etkileme potansiyeline sahiptir (Limon, 2020a). Yani yakın gelecekte Avrupa’nın ılıman okyanusal kuşağında daha sert kışlar yaşanması gibi sadece sıcaklık değerlerinin yükselmesinden ibaret olmayan bir iklim krizi kapıdadır.

Bu iklimsel değişim süreçleri içerisinde Kutup buzullarının erimesi ile albedo etkisinin zayıflamasının yanı sıra Kutupların krizi derinleştirebilecek bazı salınımlar yapması da ayrı bir endişe kaynağıdır. Örneğin Kutup bölgelerinde permaforst olarak adlandırılan, milyonlarca yıldır donuk halde bekleyen karasal alanlar iklim değişimi ile çözülmeye başlamaktadır. Arktika’daki bu permafrost alanları yaklaşık 1,7 trilyon ton karbon içermektedir (Limon, 2020a). Permafrostun çözülmesi bu karasal karbon depolarının açığa çıkmasına, atmosferdeki sera etkisinin derinleşmesine neden olacaktır. Ayrıca, Arktika Okyanusu deniz yatağında karbon içeriği 10 milyon tonu bulan büyük miktarda metan gazı bulunmaktadır (Limon, 2020a). Sıcaklık değerlerinin yükselmesi ile okyanus suyundaki ısınma, yükselen su sıcaklığına bağlı olarak okyanus suyundaki çözünmüş karbon kökenli gazların atmosfere kaçışı, permafrostun çözülmesi gibi atmosferdeki sera etkisini ciddi anlamda güçlendirecektir.

Tüm bu olumsuz tablolara rağmen küresel iklim değişikliğinin Kutuplar üzerindeki etkisini fırsat olarak gören ülkeler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin, balıkçılık alanlarının dünya genelinde neredeyse %70’inin yok edildiği ve okyanuslarda tahribatın sürekli hale gelmesine birkaç yıl varken Arktika Okyanusu yeni fırsatlar sunmaktadır (Limon, 2020a). Buzulların erimesi ile açılan yeni sahalarda daha önce avlanamayan canlılar hedef haline gelmektedir. Ayrıca çözünen permafrost içerisinde daha önce kullanılamayan çeşitli doğal kaynak rezervlerine yönelik saha araştırmaları yapılmaya başlanmıştır. Kanada, ABD, Rusya ve Norveç her yıl yeni keşfedilen kömür, doğal gaz ve petrol yataklarını çözünen bu permafrost alanlarında bulmaktadır. Arktika’nın sahip olduğu petrol, doğal gaz ve madenler gibi stratejik kaynakların kullanabilir hale gelmesi, bölgede teknolojik gelişmelere bağlı olarak ulaşım ve altyapının geliştirilmesine ihtiyaç duyarken özellikle iklim değişikliğinin bölgede yaratmakta olduğu etki teknolojik imkanlar dahilinde Atlantik ve Pasifik Okyanusları arasındaki deniz geçiş yollarıyla Avrupa – Asya ve Amerika – Asya kıtalarına ulaşımı elverişli hale getirebilmektedir (Limon, 2020a). Toprağın donuk, iklimin sert olmasından dolayı tarıma müsait olmayan toprakların tarımsal alanda artık kullanılması da söz konusudur. Bu ve bunun gibi gelişmeler nedeniyle Kutuplar, jeopolitik anlamda hızla önem kazanırken yakın gelecekte güç yarışına sahne olacak bir coğrafya olarak dikkatlerine üzerine çekmektedir.

İklim Krizi Sonrası Kutupların Jeopolitik Konumundaki Değişim

Jeopolitik kavramı, ilk defa İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen tarafından kullanılmıştır (Özey, 2017). Kara ve deniz alanının stratejik değerini ulusal ekonomi ve askeri güç bağlamında değerlendiren siyasi coğrafyanın bir koludur (Özey, 2017). Günümüzün popüler kavramlarından biri olan jeopolitiğin en önemli misyonu ülkelerin güncel siyasi pratiklerini belirlemesi olarak kabul edilir. Buna karşın jeopolitik; bugünkü ve gelecekteki güç ve amaç ilişkisini – politik düzeyde – fiziki ve siyasi coğrafyayı esas alarak inceler (İlhan, 2002). Bu da jeopolitiği durum tespitinden öte uygulamaya yönelik olması, geleceğe yönelik politikalar üretilmesi açısından oldukça önemli bir alan haline getirmektedir. Üretilen bu reel politikalar coğrafya temelli olduğu için de ütopik ya da teorik olmayan, uygulanabilir eylemler ortaya çıkmaktadır.

Bununla beraber ülkelerin jeopolitik özellikleri ile Dünya hakimiyeti ya da daha postmordern bir yaklaşımla uluslararası siyasette ön plana çıkma hedefi olan bir ülkenin ilgi duyduğu alan zaman içerisinde değişebilmektedir. Bu duruma jeopolitik kayma denir. Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Anadolu, Orta Asya, Hindistan ve Çin önemli kayma bölgeleridir (Özey, 2017). Yeni ticaret yolları, ucuz iş gücü ve hammadde bulma amacıyla Afrika ve Amerika kıtalarına olan ilgi, buraların koloni edilmesi ve Süveyş Kanalı’nın açılması ile Orta Doğu’ya doğru kaymıştır. Orta Doğu önem kazandıkça onlarca yıl sömürülen Afrika kaderine terk edilmiş ve büyük ülkeler buralarda sömürgelerine, kâr sağlamadıkları için bağımsızlık vererek bu bölgeleri elden çıkartmaya başlamıştır. Orta Doğu’da zengin doğal kaynakların bulunması ve bölgenin büyük bir pazar olması jeopolitik anlamda burayı önemli hale getirse de bölgedeki istikrarsız ülkeler, halk ayaklanmaları ve savaş durumları günümüzde büyük güçlerin bölgeden çekilmesine neden olmaktadır. Bugün ve yakın gelecekte ise ilgi yine ucuz iş gücü ve pazar imkanlarından dolayı Uzakdoğu Asya’ya kaymıştır. Görüldüğü üzere bölgelerin jeopolitik önemleri zaman içerisinde değişkenlik gösterebilmektedir. Bununla beraber kayma yaşanan bölgelerin hepsinin Orta Kuşak karası olduğu görülmektedir. Ancak bir sonraki küresel jeopolitik kaymanın Kutuplar olması beklenmektedir.

 Buzsuz bir Arktika, yalnızca bölgesel ve küresel ölçekte büyük bir çevresel değişimi değil, aynı zamanda Arktika’nın temel bir siyasi düzenlemesi anlamına da gelmektedir (Limon, 2020b). Dünyanın en kuzeyinde ve en güneyinde yer alan Kutuplar, buzlarla kaplı ve beşeri anlamda önemsiz yerler olarak yıllarca tarihte yaşanan savaşlardan, olaylardan, devrimlerden uzak kalmıştır. Literatüre bakıldığında klasik jeopolitikte önemli yer tutan hakimiyet teorilerinden hiçbiri Kutuplara yer vermediği görülmektedir. Sadece Arktika, McKinder’in (1904) herkesçe bilinen “Kara Hakimiyeti Teorisi” içerisinde birkaç cümle ile kendisine yer bulmaktadır. McKinder’e göre (Aktaran: Limon, 2020a) Arktika, Avrasya’nın kalpgah bölgesinin savunulma ihtiyacı duyulmayan güvenli kuzey sınırıdır. Ancak, son yıllarda bölgeye olan ilgi artmaktadır (Ateş, 2017). Bölgeye olan ilgiyi arttıran iki durum söz konusudur. Bunlardan birincisi, iklim değişikliğinin Arktika’nın fizik yapısındaki görünür etkisi, ikincisi ise Arktika’da ortaya çıkan yeni enerji havzalarının işletilebilir hale gelmesidir (Gümükçü, İnan Şimşek ve Ersoy, 2017).

Dünya siyasi haritası ele alındığında Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Şili, Antarktika’ya en yakın ülkeler olup Falkland Adaları nedeniyle İngiltere de bölgede bir güç olarak yer almaktadır. Buna rağmen Antarktika’nın göreceli olarak ana karalardan uzak oluşu ve bilimsel amaçlarla kullanılmasını ön gören hükümetler üzeri hukuki durumu burası üzerinde bir jeopolitik kayma yaşanmasına engel olmaktadır. Ancak, Arktika daha önce de belirtildiği gibi ABD, Kanada, Rusya, Norveç ve Danimarka tarafından doğrudan hegemonya alanı olarak görülen bir coğrafyadır. Bu çekişmenin tarihi yeni olup 20. yy sonunda SSCB döneminde Arktika’nın askersizleştirilmiş bir bölge olarak tutulması gündeme gelmiştir. SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov bizzat Mumansk konuşmasında (Aktaran: Limon, 2020a) Arktika’nın sadece buzla kaplı bir deniz olmadığını aynı zamanda  Avrupa, Asya ve Amerika’nın kuzey topraklarının da burada bulunduğunu belirterek dünyanın kuzey ucunda  dünyanın bir başka bölgesinden çok daha fazla, tüm dünyanın çıkarlarının ortaklığı ve birbiriyle ilişkisine  ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıştır. Gorbaçov’un da dediği gibi Arktika sadece buzla kaplı bir deniz değildir. Bugün bakıldığında özellikle altı doğal kaynaklarla dolu, el değmemiş bir coğrafyadır. 15. yy.ın Amerikası ya da Afrikası’dır. Arktika’da iklim değişikliğine bağlı olarak permafrostun çözülmesi ve deniz buzullarının çekilmesi ile açılan arazide petrol ve doğal gaz aramalarına hızlı bir şekilde başlanmış ve çok sayıda rezerv bulunmuştur. Bulunan çok sayıdaki rezerv ve bölge hakkındaki jeolojik veriler birleştirildiğinde henüz keşfedilmemiş doğal kaynak rezervlerinin bilançosu bile çıkarılmıştır (Tablo 1).

Tablo 1. USGS tarafından hazırlanan Arktika’nın keşfedilmemiş doğal kaynak rezervleri (Aktaran: Limon, 2020a).

Arktika’da Beaufort Denizi (Kuzey Slope, Alaska ve Mackenzie Deltası), Rus Arktikası’nın kuzeybatı (Barents Denizi ve Batı Sibirya) kısımları ile Kanada’nın kuzeyindeki takım adaları (Nunavut) doğal gaz ve petrol rezervleri ile dikkat çekmektedir (Harita 1 ve 2). Arktika’daki toplam petrol ve gaz kaynaklarının dünyadaki keşfedilmemiş ve teknik olarak geri kazanılabilir kaynakların yaklaşık %22’sini bunun da %84’ünün denizde olduğu tahmin edilmektedir (Limon, 2020a).

Harita 1. Arktika’nın keşfedilmemiş tahmini petrol rezerv bölgeleri (USGS, 2008)

Harita 2. Arktika’nın keşfedilmemiş tahmini petrol rezerv bölgeleri (USGS, 2008)

Arktika sadece petrol ve doğal gaz zengini bir arazi de değildir. Arktika’da nikel, bakır, altın, uranyum, elmas, volfran (tungsten), lantatit, çinko vb. birçok metal ve mineral bulunmaktadır (Limon, 2020a). Özellikle maden rezervlerinin varlığı yıllardır Kanada, ABD ve Rusya tarafından bilinmesine karşın rezervin çıkarılmasına yönelik çalışmalar çevresel nedenlerden dolayı yapılamamaktaydı. Bölgede araştırma, sondaj maliyetleri ve yakıt masrafları gibi nedenlerden dolayı sorunlar yaşanırken buradaki maden potansiyeli Çin, Japonya ve Hindistan başta olmak üzere dünya çapındaki ilgiyi arttırmaya devam etmektedir (Limon, 2020a).

Tüm bunların yanı sıra Arktika’ya artan ilgi ve yaşanan jeopolitik kaymayı sadece fosil kaynaklar ile açıklamak oldukça sığ bir yaklaşım olacaktır. Dünya ticaretinin yaklaşık %80’i deniz yolu taşımacılığı ile yapılmaktadır (Tümertekin ve Özgüç, 2012). Diğer ulaşım yollarına göre daha ucuz olan deniz yolunun tek dezavantajı yavaş olmasıdır. İnsanlar bu sorunu doğal su yolu olan boğazları kullanarak çözmüşlerdir. Ancak kimi zaman bu doğal su yolları siyasi ya da doğal sebeplerle kullanılamadığında Panama ve Süveyş Kanalları gibi yapay su yolları inşa ederek bu yolu kısaltmışlardır. Bu şekilde açılan su yolları Panama Kanalı özelinde Güney Amerika’nın; Süveyş Kanalı özelinde Afrika’nın jeopolitik kaymaya uğrayıp önemsizleşmesine neden olmuştur. Bugün dünya deniz ticaretinin büyük bir kısmı Kuzey Yarım Küre’de yapılırken Arktika’nın deniz buzulları doğal bir engel olarak ticareti kısıtlamakta ya da ulaşım güzergahını uzatmaktadır. Ancak, Arktika Okyanusu’nun, küresel ısınma sebebiyle gelecek on yıllarda tamamen buzlardan arınacağına ilişkin tahminler, bölgedeki Kuzeybatı Geçidi ve Kuzey Denizi Rotası’nın (Harita 3) uluslararası ticaretteki geleneksel su yollarına alternatif olabilecekleri beklentisini yaratmaktadır (Ateş, 2017). Yani Arktika sadece bir doğal kaynak merkezi değil stratejik bir su yolu hattına sahiptir. Dünya ticaret hatlarının ve kaynak çıkarımının bu bölgede artması Arktika’nın jeopolitik kaymaya uğramasının bir diğer sebebi olarak açıklanabilmektedir. Bu bağlamda, başta Arktika devletleri olmak üzere, dünyanın enerji ve ticaret devi ülkeleri, Arktika ile yakından ilgilenmektedir (Ateş, 2017).

Harita 3. Arktika’da kullanılmaya başlayan ve ileride kullanılması beklenen alternatif ticaret hatları (Zanbak ve Akay, 2019)

Tüm bu doğal ve beşeri kaynakların dışında su, balıkçılık alanları ve ormanlar gibi ekonomik potansiyeli olan kaynaklar zaman ve mekana göre stratejik kaynak özelliği gösterebilirler (Limon, 2020a). Özellikle Kuzey Buz Denizi’ni çevreleyen ana kara kıyılarındaki fiyort ve skyer tipi kıyıların oluşturduğu doğal güzellikler, doğal bir turizm sermayesi olarak dikkat çekmektedir. Yine çözülen permafrost uzun yıllar boyunca tarımsal anlamda dışa bağımlı kalan Arktika insanları için işlenebilir hale gelmesi ile önemli bir doğal kaynak halini alacaktır. Tüm bunlar birleştirildiğinde yakın bir gelecekte Arktika’nın öneminin büyük bir ölçüde artması ve jeopolitik kaymanın Uzakdoğu’da Kutuplara doğru gerçekleşmesi öngörülmektedir.

Kutupların Hukuki Durumu

Bugün, dünyamızın iki Kutbu’nun da siyasi ve hukuki durumu farklıdır. Antarktika’nın kullanımı, bir dizi anlaşma sonrasında barışçıl bir şekilde belirlenmiştir. Kıtaya ilgi gösteren 12 devletin girişimiyle imzalanan ve 1961’de yürürlüğe giren Antarktika Antlaşması doğrultusunda 2041’e kadar kıta üzerindeki bütün hak iddiaları dondurulmuş durumdadır (Öztürk, 2015). Bugün ise bu anlaşmanın altında 52 devletin imzası bulunmaktadır. Bu ülkelerin hepsi geçmişte Antarktika üzerinde hak iddia eden güçler değildir. Antlaşmaya taraf olan 52 devletin 29’u danışman üye statüsündedir ve her yıl düzenlenen Antarktika Antlaşması Danışma Toplantısı’nda karar alma sürecinde oy hakkına sahiptir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer gruptakiler ise antlaşmanın tarafı olmakla birlikte istişari olmayan danışman ülke konumundadır (Öztürk, 2015). Ülkemiz bu anlaşmaya yaklaşık 35 yıl sonra dâhil olmuştur. 1995 yılında AA’ya taraf olan Türkiye’nin gerek siyasi vizyon eksikliği gerekse de Antarktika özelinde kurumsal bir yapının oluşturul(a)maması (o dönem için Çevre Bakanlığı tarafından yürütülen girişimlerin daha sonraki dönemlerde bakanlık yapısını ve bakanların sıklıkla değişmesi) gibi nedenlerle Antarktika özelinde bir kutup stratejisi ve politikası geliştirilememiştir (Limon, 2020b). Bugün ise bu konuda henüz tam anlamıyla bir değişim söz konusu değildir. Türkiye, AA’ya taraf olmasına rağmen yıllardır yapılan danışma toplantılarına, “Danışman Olmayan Devlet” olarak temsilci gönderme girişiminde bulunmamıştır (Altıner Coşkun, 2018). Son yıllarda ise Antarktika’ya araştırmacılar gönderen ülkemiz, kıtada bize ait bir bilimsel araştırma üssü açmak için çalışmalara başlamıştır.

Antarktika’daki düzenin aksine Arktika belirsizliklerle doludur. Aynı Antarktika Anlaşması gibi bölge ülkeleri bir araya gelme çabası göstermişlerdir. ABD, Danimarka Kanada Norveç ve Rusya’nın bir araya gelmesiyle birlikte ortaya çıkan A5 yapılanmasıdır (Limon, 2020a). Buna karşın bu topluluk, Arktika’nın hegemonik bir şekilde paylaşılmasını esas almaktadır. Bu durum hem bölgeye ilgi duyan bazı ülkelerin hem de Arktika’da artacak insan faaliyetlerinin artmasından endişe duyan bazı ülkelerin tepkisini çekmektedir. Özellikle Avrupa Birliği, Kuzey Kutbu’nun da Antarktika gibi küresel müştereklerden biri olduğunu ve çevresel olumsuz gidişi tersine çevirecek adımların ortak kararlılıkla atılması gerektiğini ileri sürmektedirler (Taraktaşı, 2019). Bu ülkelerin de konuya dahil olması ile Birleşmiş Milletler çatısı altında Arktika Konseyi kurulmuştur. Arktika Konseyi, paylaşılan ve iş birliği yapılan bir Arktika’nın yaratılmasına yönelik bir girişimdir (Limon, 2020a). Arktik Konsey, özellikle sürdürülebilir kalkınma ve doğanın korunması hususları çerçevesinde Arktik ülkeleri ve bölgede bulunan yerli topluluklar arasında iş birliği, koordinasyon ve etkileşimi teşvik eden bir hükümetler – arası örgüttür. 1996 Ottawa Deklarasyonu’nda Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, Rusya Federasyonu, İsveç ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Arktik Konsey’in üye ülkeleri olarak belirlenmiştir (Seval, 2019).

Aynı Antarktika Anlaşması’nda olduğu gibi üye ülkeler sadece coğrafi olarak Arktika ülkelerinden oluşmamaktadır. Arktika Konseyi’nin çalışmalarına katkıda bulunabileceği belirlenen ancak Arktika’da bulunmayan devletlere hükümetler ve parlamentolar arası organizasyonlara, küresel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına gözlemci statüsünde açık olduğu vurgulanmaktadır (Limon, 2020a). Ülkemiz ise Arktika konseyi gözlemci üyeliği için ilk defa 2015 yılında Arktika Konseyi’ne başvuru yapmıştır (Limon, 2020b).

Sonuç olarak iklim değişikliğine bağlı olarak hızla eriyen kutup buzulları ve permafrost tabakası yakın gelecekte özellikle Arktika’ya doğru bir jeopolitik kaymanın yaşanmasına neden olmasına neden olacaktır. İnsan kullanımına açılan yeni alanların deniz yolu ulaşımı, madencilik, enerji üretimi, tarım vb. çok sayıda ekonomik avantaja sahip olup başta Kutup bölgesine yakın ülkeler olmak üzere siyasi çekişmelere sahne olacağı ortadadır.

Kaynaklar

Akın, G. (2006). Küresel ısınma, nedenleri ve sonuçları. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Dergisi 46 (2): 29 – 43. Erişim adresi:

http://www.dtcfdergisi.ankara.edu.tr/index.php/dtcf/article/view/1450

Akın, G. (2013). Yüzyılımızın Temel Sorunlarından Biri; Buzulların Erimesi. Antropoloji, (25), 9 – 27. Erişim adresi:

https://dergipark.org.tr/en/pub/antropolojidergisi/article/525277

Altıner Coşkun, S. (2018). Antarktika Kıtasındaki Hukuki Rejim Ve Türkiye’nin Kıtadaki Varlığı. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , 22 (3) , 67-112 . Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/ahbvuhfd/issue/44331/547712

Ateş, O. (2017). Rusya Federasyonu’nun Arktika Politikası. Avrasya İncelemeleri Dergisi, 6 (1), 57 – 95. Erişim adresi:

https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuavid/issue/33577/371512

Gümrükçü, H, İnan Şimşek, A. ve Ersoy, G. (2017). Küresel Bakışla Kutup Çağı Farklı Disiplinler Çok Yönlü Perspektifler. Ankara: Efil Yayınları.

İlhan, S. (2002). Jeopolitik Kavramı ve Unsurları. Avrasya Dosyası, Jeopolitik Özel. Kış 2002, Cilt: 8, Sayı: 4, s.318 – 322. Erişim adresi:

https://www.21yyte.org/assets/uploads/files/318-322%20suat%20ilhan.pdf

Kavas, A.Y. (2014). Rusya’nın Arktik Politikası ve Türkiye. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM).

Kavas, A.Y. (2019). Soğuk Savaş Sonrası Arktika Bölgesi Jeopolitiği ve Bölgesel İş Birliği Potansiyeli. Akdeniz İİBF Dergis, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 22 – 44. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/830628

Limon, O. (2020a). Arktika Jeopolitiği – I. İstanbul: Efe Akademi.

Limon, O. (2020b). Arktika Jeopolitiği – II. İstanbul: Efe Akademi.

Mackinder H. J. [1904). “The Geographical Pivot of History.” The Geographical Journal 170(4): 298–321.

Özey, R. (2014). Çevre Sorunları. İstanbul: Aktif Yayınevi.

Özey, R (2017). Jeopolitik: Tanımlar, Teoriler ve Değişimler. Ankara: Pegem Akademi.

Öztürk, B. (2015). Türkiye Nasıl Bir Antarktika Stratejisi Geliştirmelidir?. Bilge Strateji, 7 (13), 1 – 10. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/bs/issue/3797/50922

Seval, H. (2019). Arktik Bölge’de Uluslararası Siyasi Düzen: Teorik Bir Yaklaşım. Akdeniz İİBF Dergisi, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 1 – 24. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/830623

Taraktaş, A. (2019). Kuzey Kutbu’nda Ortakların Trajedisi Sorununa Çözüm Olarak Küresel Müşterekler Önerisinin Değerlendirilmesi. Akdeniz İİBF Dergisi, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 45 – 63.

Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/auiibfd/issue/49490/632912

Tümertekin, E. ve Özgüç, N. (2012). Ekonomik Coğrafya: Küreselleşme ve Kalkınma. İstanbul: Çantay Kitapevi.

Türkeş, M. (2019). İklim değişikliğinin fiziksel bilim temeli – I. Toplum ve Hekim Dergisi. 34. 57-75. Erişim adresi:

https://www.researchgate.net/publication/341056375_IKLIM_DEGISIKLIGININ_FIZIKSEL_BILIM_TEMELI-I_Iklim_Iklim_Sistemi_ve_Iklim_Degisikligi_Nedir_Iklim_Degisikliginin_Baslica_Nedenleri_Nelerdir_What_are_Climate_Climate_System_and_Climate_Change_What_are_

USGS. (2008). Circum-Arctic Resource Appraisal: Estimates of Undiscovered Oil and Gas North of the Arctic Circle. US Geological Survey. Erişim adresi: https://pubs.usgs.gov/fs/2008/3049/fs2008-3049.pdf

Zanbak, M.ve Akay, A. (2019). Bir Çekim Merkezi Olarak Arktika’nın Çin Ekonomisi Açısından Önemi: Seçilmiş Endüstrilere Yönelik Bazı Çıkarımlar. Akdeniz İİBF Dergisi, 21. Yüzyıl Siyasetinde Kutuplar, 92-121. Erişim adresi:

 https://dergipark.org.tr/tr/pub/auiibfd/issue/49490/632925

 

[1] Hisar Okulları Coğrafya Öğretmeni

Prens Adalarının Depremselliği

 

İstanbul’daki Prens Adalarının Depremselliği

Sinan KÜTÜK 1

Giriş

Ülkemizin bugünkü sınırları içerisinde ve çevresinde kalan topraklar Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerinde bulunmaktadır. Bu topraklar çeşitli kültürlerin mirasını ve belgelerini barındırmakta, çok eski yüzyıllara kadar uzanan yazılı ve görsel belgeler bu topraklardaki nesillerin depremlerle birlikte yaşadığını ortaya koymaktadır (Eyidoğan, 2006;16). Köklü tarihi ve kültürel bir birikime sahip olan İstanbul, eş zamanlı olarak tarih boyunca bir dizi afetle karşı karşıya da kalmıştır. Geçmişten günümüze depremler, yangınlar, sel ve taşkınlar şehirde zaman zaman yıkıcı bir etki yaratmıştır. Ancak odaklandığımız konu, deprem ve hatta daha da özelinde Prens Adaları’nın depremden etkilenme durumudur.

İstanbul il sınırları içerisinde kara üzerinde gerek tarihsel gerekse aletsel döneme ait bilinen hiçbir yıkıcı deprem yaşanmamıştır. İstanbul’da yıkıma neden olan bütün depremler Marmara Denizi içerisindeki faylar üzerinde oluştuğu kabul edilir. Son veriler ışığında da Marmara Denizi içerisinde ciddi bir deprem tehlikesi olduğu kabul edilmektedir (Tüysüz, 2003;167). 1999 yılında meydana gelen Gölcük merkezli deprem başta Kocaeli, Sakarya, Yalova ve İstanbul olmak üzere bölgedeki birçok ilimizde ağır yıkımlara neden olmuştur. Bu depremin ardından bölge hakkındaki çalışmalar artmış ve istatistiksel olarak bazı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Tüysüz, yapmış olduğu çalışmasında (2003) İstanbul’da önümüzdeki 30 yıl içerisinde kuvvetli bir sarsıntının olma olasılığını % 62±15 olarak hesaplamıştır. Yapılan deprem senaryolarına göre Marmara Bölgesi’ni etkileyecek bir depremin büyüklüğü M=7.5 (Magnitüd 7.5) olarak alınmaktadır. Marmara Denizi içerisinde kırılması beklenen fayın oluşturacağı sarsıntıları şüphesiz coğrafi yakınlığından dolayı ilk hisseden ve belki de daha da şiddetli bir şekilde hissedecek olan yer Prens Adaları’dır. Bu nedenle bu çalışmadaki odak noktamız adaların depremselliği olmuştur.

İstanbul Adalarının Coğrafi Konumu

İnceleme sahası olan İstanbul Adalar grubu Coğrafi Koordinat Sistemine göre 29° 5’ 2’’ ve 29° 13’ 24’’ doğu boylamları ile 40° 55’ 4’’ ve 41° 0’ 2’’ kuzey enlemleri arasında yer almaktadır (Görsel 1). Türkiye Coğrafi Bölgeler sınıflandırmasına göre ise Marmara Bölgesi’nde ve onun Çatalca Kocaeli Bölümü üzerinde; İdari yönetim bakımından ise İstanbul İl sınırları içerisindedir Güneydoğu – Kuzeybatı istikametinde Kocaeli yarımadasına neredeyse paralel olarak dizilmiş olan İstanbul Adaları (Prens Adaları) Marmara Denizinin kuzeyinde, İstanbul boğazı girişinin yaklaşık olarak 15 km kadar güneydoğusunda yer almaktadır.

Görsel 1. İstanbul Adalarının Coğrafi Konumu (Telli, 2010).

Prens Adaları 1984 yılında I. Derece doğal ve kentsel sit alanı olarak belirlenmiştir ve toplam dokuz adadan oluşmaktadır. Bunlar; üzerlerinde yerleşim bulunan Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada, Sedefadası ile yerleşim olmayıp boş olan Sivriada, Yassıada, Kaşıkadası ve Balıkçıadası (Tavşanadası)’dır (Telli, 2010;3).

Yaklaşık 2000 yıllık bir geçmişe sahip olan bu adalar, tarih boyunca farklı isimlerle anılmıştır. Bunlar; Evliya adaları, Kesiş adaları, Ruh adaları, Cin adaları, Halka adaları, Prens adaları, Kızıl adalar olarak bilinir (Telli, 2010;3) Doğa, tarih ve kültür mozaiği olan İstanbul Adaları, bugün İstanbul’un Büyükşehir Belediye sınırları içerisindeki ilçe belediyelerden birisidir.

Kapladığı yüzölçümü bakımından grubun en büyük adası isminden de anlaşılacağı üzere Büyük Ada’dır. Büyük Ada çevre uzunluğu bakımından da en büyük uzunluk değerine sahiptir. Büyük Adayı sırasıyla Heybeli, Burgaz, Kınalı, Sedef, Yassı, Sivri ve Kaşık Adaları takip eder. Alan bakımından en küçük ada ise Balıkçı Ada’sıdır. En yüksek nokta 201 metre ile Büyükada’da bulunurken en küçük zirveye sahip ada ise 23 metrelik zirvesiyle Kaşık Ada’sıdır. En yüksek zirve bakımından Büyük Adayı Burgaz, Heybeli, Kınalı, Sivri, Sedef, Yassı, Balıkçı ve Kaşık Adaları takip eder (Telli, 2010;6).

 

Adalarda Sosyal ve Mekansal Yaşam

Batı kaynaklarında Prens Adaları olarak da bilinen Adaların,  2000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilinmekle birlikte, bunun hakkında çok az bir bilgiye sahibiz. Adalar İstanbul kuşatması sırasında Gelibolu’lu balıkçı reisi Baltaoğlu Süleyman Bey tarafından 17 Nisan 1453’te fethedilmiştir. 1854  yılında kurulan İstanbul Şehremaneti’ne bağlı 7. Daire-i Belediye olarak 1861 tarihinde belediye şubesi, 1867 tarihli Vilayet Nizamnamesi ile İstanbul’un bir ilçesi konumuna gelmiştir (Adalar Kaymakamlığı).

Adaların, gerek uygun iklim koşulları ve gerekse doğal güzellikleri kendisini birer cazibe merkezi konumuna getirmiştir. Başta İstanbul’un anakarasından olmak üzere çevre illerden hatta farklı ülkelerden de ziyaretçi akınına uğrayan adaların, yaz aylarında nüfusu oldukça artmaktadır. Özellikle Nisan ve Ekim ayları arasında yoğun turist ve ziyaretçi akınına uğramaktadır. Bu duruma rağmen doğası nispeten korunmuş olup sahip olduğu yüzölçümünün büyük çoğunluğu sit alanını oluşturmaktadır (Özcan ve Garipağaoğlu, 2015;173)

İstanbul Adalarında nüfus ve yerleşim alanları Büyükada, Heybeli Ada, Burgaz Ada, Kınalı Ada ve Sedef Adası’nda toplanmıştır. Ayrıca yerleşim alanları coğrafi faktörlerin etkisiyle adaların kuzey kesiminde yoğunlaşmıştır (Görsel 2 ve Görsel 6). Ancak adalarda yerleşim alanları oldukça dar olup yoğun nüfuslanan zamanlarda yerleşim alanlarında mekân baskısı oluşmaktadır. Bunun yanı sıra adalardaki yerleşik nüfus az olmasına rağmen çalışmak için gelen ve turizm nedeniyle gelen nüfusun da yoğun olması, mekân baskısı sorununu daha da arttırmaktadır (Özcan vd., 2015;184).

Görsel 2. İstanbul Adalarında nüfusun dağılışı ve yoğunluğu (Özcan vd. 2015;184).

Bugün İstanbul’un nüfusu yıldan yıla hızlı bir şekilde artmaktadır. Şüphesiz bu durumun nedenlerinin başında ekonomik açıdan sahip olduğu imkanlar gelmektedir. İstanbul’un ilçeleri arasında 16.690 kişi ile (2022) nüfusu en az ilçe Adalar ilçesidir (TUİK, 2022). Ancak bu sayı adrese kayıtlı nüfusu ifade eden diğer bir ifadeyle kalıcı yerleşim yerlerinin sayısıdır. Yukarıda bahsedilen, Nisan ve Ekim aylarında adaya yapılan günübirlik ve yazlıkçıların ziyaretleriyle adaların nüfusu neredeyse üç katına çıkabilmektedir.  

Adaların Jeolojik – Tektonik Özelliklerine Genel Bir Bakış

Kuzey Anadolu Fayı 12 milyon yıl önce Anadolu’nun kuzeyini doğudan batıya kırarak Marmara’ya doğru gelmeye başlamış ve 2 milyon yıl önce de Marmara Bölgesi’ni oluşan yeni yan kollarıyla sarmalamış ve bölgeyi yapısal düzeyde şekillendirmeye başlamıştır. Kuzey Anadolu Fayı’nın oluşturduğu bu coğrafi değişim ve buzul çağı da sona ermiş ve ardından denizlerin su seviyesi yükselerek Marmara Denizi’ni ortaya çıkarmıştır. 130 bin yıl önce buzul çağının sonunda Karadeniz’den gelen su Marmara çukurunu doldurmuş ve bugünkü Marmara Denizi son haline gelmiştir. Günümüzde İstanbul başta olmak üzere Marmara Bölgesi ticaret, eğitim, turizm, kültürel faktörler gibi nedenlerle bir cazibe merkezi olmuştur. Günümüzde ise 16 milyondan fazla insan sadece İstanbul’da, 20 milyon civarındaki insan ise Marmara Bölgesi2nde yaşamaktadır. Kuzey Anadolu Fayı Adapazarı’nın batısında 3 ana kola ayrılarak yan kollarıyla birlikte yoğun nüfuslu Marmara Bölgesini bir pençe gibi sarmalamıştır (Şekil 1). Bu kolların en aktif olanı Kuzey Marmara Fayı, İstanbul’un hemen güneyine doğu-batı doğrultusunda yerleşmiş, yarattığı çek-ayır hareketi ile deniz tabanında derinlikleri 1.100 metreye varan üç tane çukur oluşturmuştur (Görsel 3). Kuzey Marmara Fayı yılda 2-3 santimetrelik bir kayma hızı ile yanal yönde hareket etmekte, yüzbinlerce yıldır her büyüklükte deprem yaratmayı sürdürmektedir. Kuzey Marmara Fayı Yassıada ve Sivriada’ya 3 km, diğer adalarımıza 8 km uzaklıktadır. Bu nedenle adalarımız, kırılacak bu fayın yaratacağı depremin sarsıntılarını ilk olarak algılayan konumda bulunmaktadır (Eyidoğan, 2019;2).

Görsel 3. Kuzey Anadolu Fayı Sakarya’nın batısında 3 ana kola ayrılarak Marmara Bölgesi’ne yerleşmektedir. Şekildeki fay hatları türleri ve özelliklerine göre renklendirilmiştir. CI: Çınarcık çukuru CE: Merkez Havza çukuru, TE: Tekirdağ Havzası çukuru (1, 2) (Eyidoğan, 2019;2).

Marmara Denizi ve çevresi yerbilimciler (jeoloji, jeofizik, jeomorfoloji) tarafından yıllarca ilgiyle araştırılarak bugün dünyanın en iyi bilinen bir iç denizi olmuştur. Bölgenin milyonlarca yıllık süren jeolojik evrimi incelenerek depreme neden olan faylar titizlikle haritalanmıştır. Bunun sonucunda ise depremlerin fiziksel özellikleri belirlenerek Marmara Bölgesi’ndeki yerleşmelerdeki deprem hasar ve kayıplar raporlaştırılmıştır. Bu çalışmalar 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi sonrası daha da ivme kazanmıştır. Başta Kuzey Marmara Fayı olmak üzere Marmara Denizi tabanını kıran tehlike yaratacak fayları yeniden haritalanmış ve tehlike düzeyleri belirlenmiş ve olası depremler için kayıp senaryoları üretilmiştir (Görsel 4) (Eyidoğan, 2019;3).

Görsel 4. İstanbul’da meydana gelebilecek deprem senaryosuna göre en fazla ağır hasar oluşacak ilk 10 ilçe (Eyidoğan, 2019; 4).

Yukarıdaki çizelgeye bakıldığında Adaların bulunduğu bina sayısına ve nüfusuna oranla en fazla kaybı yaşayacağı görülmektedir. Bu durum Adalar gibi zengin doğal, tarihi ve kültürel coğrafi unsurları barındıran bir yerleşim yeri için acilen gerekli önlemlerin alınmasını zorunlu kılmaktadır. Adalar için diğer bir tehlike ise depremlerin neden olacağı ve kıyılarımızı olumsuz yönde etkilemesi muhtemel olan tsunamidir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem ve Zemin İnceleme Müdürlüğü ve Japonya ortaklığıyla “İstanbul Kıyılarını Etkileyebilecek Tsunamiler için Benzetim ve Hasar Görebilirlik Analizi” projesi yapılmıştır. Projeden elde edilen bulgulara göre, Marmara Denizi tabanında oluşacak büyük bir depremin İstanbul kıyılarında oluşabilecek en büyük dalga tırmanma yüksekliği ortalama 5 m, tsunami dalgasının kıyılara erişme zamanı 5-10 dakika, kıyılarda tırmanma (baskın) mesafesi 150 metreye kadardır (Görsel 5) Depremin adalarımıza yakınlığı düşünülürse ilk ve en yüksek tsunami dalgaları Yassıada ve Sivriada’ya daha kısa sürede ulaşacaktır. Adaların kuzeye bakan kıyılarında tsunami tırmanma yükseklikleri daha düşük olacaktır. Adalarda yerleşim alanlarının büyük çoğunluğunun kuzey kesimlerini oluşturduğu göz önüne alındığında tsunaminin yerleşim alanlarındaki yıkıcı etkinin azalacağı düşünülmektedir (Görsel 6). Tsunaminin İstanbul ve Adalar kıyılarında etki edeceği bölgeler; sığ deniz alanları, liman ve tekne barınakları, ırmak ve dere ağızları, denizden yüksekliğe göre değişmek üzere kıyıdan 100-150 metre uzaktaki kara alanlarıdır. Tsunami oluşması durumunda, Marmara denizinde etkili olma süresi 90-120 dakika olacaktır. (Eyidoğan, 2017; 4).

Görsel 5. İstanbul kıyılarını etkileyebilecek tsunamiler için Benzetim ve Hasar Görebilirlik Analizi projesinde Adalar ve çevresi için hesaplanan tsunami tırmanma yükseklikleri (Eyidoğan, 2017; 5).    

 

 Görsel 6. Prens Adaları’nın uydu görüntüsü. Yerleşim yerlerinin çoğunlukla kuzey kıyılarında toplandığı bu görselde de görülmektedir (https://earthexplorer.usgs.gov/ )

 

Sonuç ve Öneriler

İstanbul’un ilçesi konumunda olan Adalar, Marmara Denizi’nde bulunup beklenen Marmara depremine en yakın konumda olan yerleşim yeridir. Doğal olarak olası bir depremde sarsıntılar ilk olarak burada hissedilecek olup şiddetinin de yüksek olacağı tahmin edilmektedir. Ancak jeolojik açıdan bakıldığında adaların büyük çoğunluğunun paleozoik yaşlı kayaçlardan oluşması ve aynı zamanda masif araziler barındırması adaların depremsellik açıdan güvenli olduğunu düşündürebilir (Görsel 7). Ancak geçmişten günümüze yerleşim yeri olarak seçilen arazilerin kuvaterner yaşlı olup alüvyon (çakıl, kum, kil) formasyonlu istiflerle kaplıdır (Görsel 8). Ayrıca bugün yapılan yapıların birçoğu denizin doldurulmasıyla oluşturulan yapay dolgu alanları üzerinde bulunmaktadır.

Görsel 7. İnceleme Sahasının Jeolojik Zaman Haritası (Telli,2010).

Görsel 8. İnceleme sahasının Jeoloji (Formasyon, Alt Devir, Litoloji) Haritası (Telli, 2010).

Bundan dolayı yerleşim yeri olarak seçilen alanların, depremin yarattığı sarsıntıdan oldukça fazla etkileneceği düşünülmektedir. Marmara Denizi’ndeki faylar adalara oldukça yakın bir konumdadır. Buna ek olarak ada yerleşim yeri olmasından dolayı depremin tetikleyeceği tsunami afetinden ciddi bir şekilde etkilenme ihtimali yüksektir. Adalar, yılın büyük bir kısmı insan hareketliliğinin fazla olduğu bir ilçedir. Konumu itibariyle deprem, tsunami ve yangın gibi afetlere karşı her yerden daha fazla önlem alınarak korunması gerekmektedir.

  • Başta merkezi otorite olmak üzere İstanbul Valili, Büyükşehir Belediyesi ve Kaymakamlığı gibi yerel yönetimlerce de konuya müdahil olması gerekmektedir.
  • Gerek insan hayatı gerekse sahip olduğu doğal ve beşeri güzelliklerinden dolayı adalar, korunması gereken önemli sit alanlarının başında gelmektedir.
  • Adada bulunan tüm yapılar elden geçirilerek depreme karşı dayanaklılıkları test edilmelidir. Hasarlı olanlar kontrollü bir şekilde yıkılıp güvenliği sağlanmalı. Güçlendirme imkanları olanlar güçlendirilmeli. Bu süreçte vatandaşlar mağdur edilmeden geçici konut sağlanmalıdır.
  • Toplanma alanlarının uygunluğu kontrol edilmeli ve bu alanlara çıkan yolların açık ve erişime uygunluğuna dikkat edilmelidir.
  • Ada halkının özellikle deprem, tsunami ve yangın gibi afetlere karşı bilgi ve bilinç düzeyleri güncellenerek arttırılmalıdır. Bu konuda ilgi çekici, uyarıcı etki yaratan ve anlaşılır bir şekilde afiş ve levhalar adaların belirli noktalarına yerleştirilmelidir.
  • Afet zamanlarında vatandaşlar için yeterince sağlık ve güvenlik kurumları ile bu kurumların ilgili personelleri temin temin edilmeli.
  • Afet sonrası kullanılmak üzere gerekli ekipmanlar oluşturulmalı.
  • Deprem sonrasında beklenen tsunamilere karşı kıyı alanlarındaki yerleşim yerlerinin planlanması bu durum dikkat edilerek yapılmalı. Tsunamilerin kıyıyı etkileme tehlikesine karşın erken uyarı sistemlerinden yararlanılmalıdır.
  • Bugün adaların %50’sinden biraz daha fazlası ormanlarla kaplıdır. Dolayısıyla deprem sonrası oluşabilecek yangınlar adalar açısından ayrı bir afet boyutu yaratabilmektedir. Bu nedenle deprem sonrası ya da normal zamanlarda da oluşabilecek yangınlara müdahale için gerekli araç ve personel sağlanmalıdır.

KAYNAKÇA

  • Garipağaoğlu, N, ve Özcan, S., İstanbul Adaları’nda Beşeri Ortam Koşullarına Ait Sorunlar ve Yönetimi’’, Marmara Coğrafya Dergisi, s.171-195, İstanbul, 2015.
  • Eyidoğan, H., ‘’Prens Adalaları’nın Üç Afetinden Biri: Deprem’’, Adalı Dergisi, Sayı:170, İstanbul, 2019.
  • Eyidoğan, H., ‘’Tsunami ve Prens Adalarımız’’, Adalı Dergisi, Sayı:147, İstanbul, 2017.
  • Eyidoğan, H., ‘’Marmara Bölgesinin ve İstanbul Kentinin Deprem Tehlikesi Üzerine Bir Derleme’’, TMMOB Afet Sempozyumu, s.15-29, 2006.
  • Prens Adalarının Uydu Görüntüsü ( https://earthexplorer.usgs.gov/ ) (Son erişim. 02.03.2023)
  • Prens Adalarının Yerleşim Tarihi (http://adalar.gov.tr/tarihi#:~:text=Bat%C4%B1%20kaynaklar%C4%B1nda%20Prens%20Adalar%C4%B1%20olarak,17%20Nisan%201453’te%20fethedilmi%C5%9Ftir. (Son erişim. 02.03.2023)
  • TÜRKİYE İSTATİSTİK KURUMU, Nüfus İstatistik Verileri, (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr adresinden alındı, 2022.
  • Tüysüz, O., İstanbul İçin Deprem Senaryolarının Hazırlanmasında Coğrafi Bilgi Sistemlerinin Kullanımı’’, Kuvaterner Çalıştayı IV, s.164-173, İstanbul,2003.
  • Yılmaz, H.E, Akyüz, H.S ve Zabcı, C., ‘’Prens Adaları’nın (İstanbul) Jeolojisi ve Olası İstanbul Depremi Senaryolarında Şiddet Modellemesi’’, Jeoloji Kurultayı, s. 30-31, Ankara, 2012.

1 İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Öğrencisi

Kutuplar, Manyetosfer ve Uzay Havası

 

KUTUPLAR, MANYETOSFER VE UZAY HAVASI

Ahmet AYDOĞMUŞ [1]     

Dünyanın Manyetik Alanı

Dünyanın sıvı dış çekirdeği manyetik alan oluşumunda etkendir.  Sıvı madde içinde oluşan konveksiyonel akımlar ve  Dünyanın eksen hareketi nedeniyle oluşan çalkantı, elektrik akımı üretir (1).  Dış çekirdeğin alt ve üst yarısında zıt yönlü akıntı halkaları oluşur.  Akıntı halkalarınca taşınan iletken sıvı demir elektrik akımına neden olur (2).

Dünya manyetik alanının tamamına yakını sıvı dış çekirdekten kaynaklanan  elektrik akımı üretir, bu etki jeodinamo olarak adlandırılmaktadır. Jeodinamonun oluşturduğu manyetik alan kuzey ve güney olmak üzere iki  kutupludur. Kutupların yerleri uydulardan ve yerde yapılan gözlemlerle belirlenmektedir (3).

Dünyanın manto katmanından yükselen magma yeryüzüne çıktığında veya yer kabuğu içinde 700°C’ye kadar soğuduğunda demir bakımından zengin mineraller manyetik kuzeyi gösteren yönde katılaşır. Katılaşan magmatik kayaçlarda fosil manyetik kayıtlar oluşur. Kayaçların yaşı radyometrik olarak tarihlendirildiğinde  geçmişte var olmuş manyetik kuzey yönü tespit edilir. Geçmişten günümüze manyetik alan yönündeki sapmalardan ayrı olarak manyetik alan değerlerinde de değişimler görülmüştür. Son 200 yılda dünya manyetik alanı küresel ortalama değerden % 9 kadar azalmıştır (3). Manyetik alan değerleri yeryüzünün farklı kesimlerinde de farklılık gösterebilmektedir. Bilinen zayıf manyetik alan Güney Atlantik Anomalisi olarak adlandırılıyor. Afrika ve Güney Amerika arasındaki bu alan, belirlendiği 1950’lerden günümüze  % 6 kadar değer kaybetmiştir. Bunun nedeni tam belirlenemese de sıvı dış çekirdekten kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir (5). Avrupa Uzay Ajansı’nın fırlattığı uydular ve başka veriler ışığında bu anomalinin nedeni araştırılmaktadır. Manyetik alan, uyum sağlamış insan  için risk oluşturmasa da zayıflamış manyetosferi geçerek yeryüzüne kadar ulaşan iyonlaştırıcı radyasyonun neden olacağı sağlık riskleri söz konusu olabilmektedir. 

Görsel 1. Dünyanın Manyetik Alan Çizgileri
(https://scied.ucar.edu/learning-zone/sun-space-weather/earth-magnetosphere)

Yeryüzü manyetik alanının görünmez çizgileri, güney kutuptan çıkan ve kuzey kutba giden sürekli kapalı döngü halindedir. Birçok canlı türü, göçlerini manyetik alan çizgilerine uyarak gerçekleştirmektedir.  

Coğrafȋ ve Manyetik Kutup Noktaları

Yerküre dönme ekseninin yüzeydeki izi coğrafȋ kutupları oluşturur. Coğrafi kuzey kutup noktasının çok düşük değerde de olsa gezindiği belirlenmiştir. Gözlemler başladığından günümüze, Kuzey Amerika yönüne 12 metre kaymıştır. Bunun nedeni olarak da sıvı dış çekirdeğin içindeki  ve yeryüzündeki sularının hareketi gösterilmektedir. Yılda 17cm’den az olan bu kayma küresel  navigasyon  sistemlerinde dikkate alınması gereken bir olaydır (3).

Görsel 2. Coğrafȋ ve Manyetik Kutuplar
(https://www.geologyin.com/2017/06/earths-magnetic-field-is-about-to-flip.html)

Manyetik kutup noktaları daha hızlı kaymaktadır. Coğrafȋ ve manyetik kutuplar arasında 11.5 derecelik fark vardır (7).  Manyetik kuzey kutup noktasının yerini 1830’larda James Clark Ross keşfetmiştir. Yatay pusula yönünü takip ederek ibrenin dikey olarak yere yöneldiği nokta manyetik kutup noktası olarak tespit edilmiştir. 1831 yılından 2021 yılına kadar geçen sürede kuzey-kuzeybatı yönüne 1100 km kadar ilerlemiştir ve ilerleme devam etmektedir.  İlk belirlendiği zaman Kanada sınırları içinde iken 2018 yılında Tarih Değiştirme Çizgisini aşarak doğu yarımküreye geçmiştir (6). Güncel kuzey kutup noktasının 2020 yılındaki konumu bir hesaplama yöntemine göre 86.5 derece kuzey enlemi ve 164.04 derece doğu boylamında bulunmaktadır (4).

Manyetosfer

Dünya manyetik alanının oluşturduğu dünyayı çevreleyen uzay bölgesine manyetosfer denir. Canlılar için yaşanabilir ortama neden olan kuyruklu yıldız şeklinde koca bir balondur. Güneş rüzgârları nedeniyle manyetosferin güneşe bakan tarafı sıkışmaya neden olur.  Güneşe bakan gündüz   tarafında 6-10 Dünya yarıçapı kadar uzanan manyetosfer güneşe bakmayan gece tarafında 60 Dünya yarıçapı kadar, Ay yörüngesine dokunacak şekilde uzayan kuyruklu yıldız benzeri görüntü oluşturur (20).

Görsel 3. Dünyanın Manyetosferi
(https://www.physics.uu.se/research/astronomy-and-space-physics/research/planets/magnetospheres/)

Güneşten gelen enerji yüklü parçacıkların bir kısmı Dünya manyetik alan çizgilerini takip ederek kutuplar çevresine ulaşır bir kısmı da manyetosferin etrafından dolaştırılarak uzaklaştırılır. Kutuplar çevresinin yükseklerinde atmosfer gazlarıyla etkileşime girerek ışımaya neden olurlar. Oluşan ışıma Kuzey Kutup çevresinde aurora borealis-kuzey ışıkları, Güney Kutup çevresinde de Aurora australis-güney ışıkları olarak adlandırılırlar (7).  Güneşten çıkan yüksek enerjili parçacıklar manyetosfer tarafından engellenerek Van Allen Kuşaklarında dünyaya uzak bir alanda tutulur (3). Halka biçimli bu kuşağın iç bölgesi yerden 3 bin kilometre yukarıda, dış bölgeleri ise 15-20 bin kilometre kadar yukarıda yer almaktadır (8).

Manyetik Tersinme

Dünyanın jeodinamosu dört milyar yıldır çalışıyor (7). Dünyanın geçmişinde kutuplar birçok kez tersinmiş, kutupların yer değiştirmesi düzensiz zaman aralıklarında gerçekleşmiş ve tersinmeler arası çok uzun zaman alabilmiştir. Son tersinmenin günümüzden yaklaşık 780 bin yıl önce Brunhes-Matuyama’da gerçekleştiği belirleniyor (6). Dünya manyetosferini etkileyen en önemli olay kutupların tersinmesidir. Bu olayda Dünyanın kuzey ve güney kutupları yer değiştiriyor. Paleomanyetik kayıtlar  manyetik kutuplarının  son 83 milyon yılda 183 kez, son 160 milyon yılda en az birkaç yüz kez tersine döndüğünü gösteriyor (3).

Kutup tersinmelerinden farklı olarak jeomanyetik gezinmeler (geomagnetic excursions) de görülmüştür. Birkaç yüzyıldan birkaç on bin yıla kadar olan sürede kutup noktaları yerlerinden uzaklaşmış tekrar eski yerlerine dönmüşlerdir (3). Karadeniz’in güneydoğusundan alınan tortulardan elde edilen paleomanyetik kayıtlara göre yaklaşık 68.9 bin yıl ile 14.5 bin yıl aralığında kutup gezinmeleri belirlenir. Bunlar Norveç-Grönland Denizi,  Laschamps ve Mono Gölü gezinmeleri olarak adlandırılmışlardır (19).

Jeomanyetik Fırtına

Güneşten gezegenler arası ortama madde fırlatılmaktadır. Buna “koronal kütle atımı- coronal mass ejections” denilmektedir. Dünyaya yönelen yüklü parçacıklar manyetik alanımızı etkiler ve iyonosferde bozulmalara neden olur (14). Güneşten gelen parçacıklar ve beraberindeki manyetik etki dünyaya ulaşır (11).  Dünyaya ulaşma zamanı için uzay hava tahminleri yapılmaktadır.

Görsel 4. Koronal Kütle Atımı
(https://www.nasa.gov/content/goddard/what-is-a-coronal-mass-ejection/)

Güneş, çevresine plazma olarak ifade edilen proton ve elektronlar fırlatır. Buna güneş rüzgârları denilmektedir. Güneşteki farklı bölgeler farklı hız ve yoğunlukta rüzgâr üretir. Hızları ortalama değer olarak 500-800 kilometre /saniyedir. Güneş ışınları 8.5 dakika kadar sürede Dünyaya ulaşırken güneş rüzgârları 1- 4 gün kadar sürede ulaşmaktadır. Yüksek hızlı rüzgârlar jeomanyetik fırtınaya neden olurken düşük hızlı rüzgârlar sakin uzay havasına neden olmaktadır. Dünya için olumsuz sonuçlara neden olabilecek güneş rüzgârları ve uzay hava durumu sürekli izlenmektedir (18).

Uzay Havası

Uzay fiziği ve astronominin bir dalı olan uzay havası (space weather)  Dünyanın karasal havasından farklı bir kavramdır. İlk kez 1950’lerde kullanılan bu terim 1990’lı yıllarda yaygın olarak kullanılmaya başlandı (13).  Uzay havasının bileşenleri elektromanyetik enerji ve manyetik alandır. Uzay havasının renkli etkisi auroralar ise de teknoloji ve iletişim sistemleri de uzay havasından olumsuz etkilenir.  Olumsuz sonuçlar 11 yıllık güneş döngüsü süresi içerisinde her hangi bir zamanda yaşanabilir (14). Güneş aktivitesinin yoğun olduğu zamanlarda yoğun enerjili parçacıklar nedeniyle Dünya çevresindeki uydu sistemleri zarar görebilir, uydular bulundukları konumdan sürüklenebilir, GPS (uydu navigasyon sistemi) hataları yaşanabilir, yeryüzündeki elektronik haberleşme sistemlerinde sorunlar yaşanabilir (10).

Uzay havasını etkileri yerden 500-600 kilometre yüksekliğe kadar hissedilmektedir. Bu etkiler madencilik alanında aksamalara, göçmen kuşların yön bulma duyularında bozulmalara, iletişim araçlarında aksamalara, tren sinyalizasyonu ve uçak elektronik sistemlerinde sorunlar görülebilmektedir. Uzay havası uydular ve uydulardaki astronotlar için de risk taşımaktadır. 1999 Marmara depreminde ve başka deprem örneklerinde yerden 200-250 kilometre gibi yüksekliktekteki iyonosferde depremden 7-10 gün önce olağan dışı iniş-çıkışlar görülmüştür (15). Bu konu bilim insanların ilgi alanına girmiş görünmektedir.

Şiddetli uzay havası olaylarında elektrik hatlarında kesintiler, telsiz haberleşmelerinde bozulmalar, hava ve deniz taşımacılığında, kara ve demiryolu taşımacılığında sorunlar yaşanabilmektedir (14). Yüksek enerjili parçacıklar ve radyasyon atmosfer gazlarıyla etkileşime girerek atmosferin ısınıp  genleşmesi sonucu uyduların yörüngelerinden sapmaya neden olabilmektedir (16).  Şubat 2022’de bir firmanın haberleşme amaçlı fırlattığı 49 küçük uydunun 40 tanesi manyetik fırtına kaynaklı sorun nedeniyle yanarak devre dışı kaldı (17). Uyduların yörüngelerindeki sapma nedeniyle yılda birkaç kez  ayarlama yapılırken güneş etkinliği süresince 2-3 haftada bir ayarlama yapılmaktadır.

Uzay Havası Sorunlarından Örnekler

Ekim 1935, radyo yayınlarında yaşanan aksaklıklara Güneş patlamasının neden olduğu belirlendi. Mart 1940, kuzeydoğu Amerika’da enerji nakil hatlarındaki sorunlar Güneş patlamasıyla ilgili olarak görülmüştür. Eylül 1941, ABD Washington DC’de pusula yönünde  sapma ve telsiz haberleşmesinde sorunlar yaşanmıştır. Şubat1958, Kanada Toronto’da elektrik şebekesi devre dışı kalmıştır. Ağustos 1972, Kuzey yarımkürede elektrik hatları etkilendi. Mart 1989, Kanada Quebec elektrik kesintisi, Eylül 1989, bir Concorde uçağı güneş fırtınası sonucu radyasyon uyarısı verdi, Ocak 1994, Kanada haberleşme uydusu 5 ay süresince devre dışı kaldı. Temmuz 1998, Mars araştırmaları için tasarlanan Nozomi uzay aracı sorun nedeniyle Mars’a ulaşamadı. Ekim-Kasım 2003, güçlü bir manyetik fırtına sonucu yörüngedeki uydulardan bazıları kaybedildi (15).

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. Akoğlu, Alp., Manyetik Tersinme, Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran 2004, sayı 439, s.34.
  2. Altın, Vural., Dünyanın İç Yapısı, Bilim ve Teknoloji, Temmuz 2005, sayı 452, s. 93.
  3. Buis, Alan., NASA’s Jet Propulsion Laboratory,https://climate.nasa.gov/news/3105/earths-magnetosphere-protecting-our-planet-from-harmful-space-energy/
  4. Dünyanın çekirdeği nasıl bir manyetik alan oluşturur,https://www.usgs.gov/faqs/how-does-earths-core-generate-magnetic-field,
  5. Jonathan, O’Callaghan., 2018,Dünyanın manyetik kutupları dönmeye başlayabilir, https://ec.europa.eu/research-and-innovation/en/horizon-magazine/earths-magnetic-poles-could-start-flip-what-happens-then
  6. Ocak, Mahir., Manyetik Kutupların Geleceği, Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran 2021, sayı 643. S. 54.
  7. Tank, Sabri Bülent.,Söyleşi, https://haberler.boun.edu.tr/tr/haber/manyetik-kutuplar-artik-daha-hizli-yer-degistiriyor.
  8. https://www.britannica.com/science/Van-Allen-radiation-belt
  9. https://www.nasa.gov/topics/earth/features/2012-poleReversal.html
  10. Soydugan, Faruk., Aktif Güneşli Günler, Bilim ve Teknik Dergisi, Eylül 2022, sayı 658, s.84.
  11. https://astronomi.boun.edu.tr/gunes-dunya-ya-etkileri
  12. https://www.usgs.gov/faqs/how-does-earths-core-generate-magnetic-field
  13. https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzay_havas%C4%B1
  14. https://www.metoffice.gov.uk/weather/specialist-forecasts/space-weather
  15. Tulunay, Yurdanur.,ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği, https://e-dergi.tubitak.gov.tr/edergi/yazi.pdf;jsessionid=xLJPFpJHFcEIaSgRZxSZmq82?dergiKodu=4&cilt=42&sayi=642&sayfa=24&yaziid=28310
  16. https://www.nasa.gov/feature/goddard/2020/solar-superstorms-past-help-nasa-scientists-understand-risks-for-satellites-orbital-drag
  17. Ocak, Mahir., Starlink Uyduları Jeomanyetik Fırtınaya Kapıldı, Bilim ve Teknik Dergisi,Mayıs 2022, sayı 654, s.8.
  18. https://www.swpc.noaa.gov/phenomena/solar-wind 
  19. https://doi.org/10.1029/2019JB019225
  20. https://science.nasa.gov/heliophysics/focus-areas/magnetosphere-ionosphere
  21. https://en.wikipedia.org/wiki/Space_weather
  22. https://en.wikipedia.org/wiki/Interplanetary_magnetic_field
  23. https://www.nasa.gov/mission_pages/sunearth/spaceweather/index.html#q3

[1] Emekli Coğrafya Öğretmeni

EU Proje

SÜRDÜRÜLEBİLİR KIRSAL TURİZM İÇİN DİRENÇLİ GENÇ GİRİŞİMCİLER PROJESİ

Antifragile Young Entrepreneurs for Sustainable Rural Tourism

 

 

 

Coğrafya Eğitimi Derneği (CED), Eskişehir Teknik Üniversitesi (ESTÜ) ve Anadolu Üniversitesi (AÜ) işbirliği ile, Avrupa Birliği (AB) tarafından fonlanan “Sürdürülebilir Kırsal Turizm için Dirençli Genç Girişimciler (Antifragile Young Entrepreneurs for Sustainable Rural Tourism TR01-KA220-YOU-000028958)” adlı projenin çalışmaları devam etmekte

Bilindiği üzere Covid-19 salgın süreci genç işsizliğin artmasında etkili olmuştur ancak her krizin yeni ve farklı fırsatlar doğurduğu da yadsınamaz.  Bu noktada kırsal turizm ülke gelirlerini artırma, iş olanakları yaratma, sosyal yaşamı canlandırma etkileriyle dikkat çekmektedir. Ayrıca, kırsal turizmin diğer turizm türleriyle kolay entegre olabilme ve onlara hareketlilik verebilme kabiliyeti olup, doğal ve kültürel çekiciliklerin korunması ve tanıtılmasında önemli bir işlevi bulunmaktadır. Dolaysıyla kırsal turizm desteklenmesi için politikalar ve projeler üretilmelidir. 

Kırsal turizmin gerçekleştirilebilmesi için en iyi yol sürecin hayata geçirilebilmesi adına gerekli girişimcilik faaliyetleridir.  Özellikle pandemi dikkate alınınca kalabalık turistik noktalar yerine sosyal mesafenin kolayca korunabileceği doğal-kırsal alanların tercih edilmesi beklenmektedir. Bu beklenti son zamanlarda gerçekleşmeye başlamıştır ve bir geleneğe dönüşmesi mümkündür. Kırsal turizmin ön plana çıkarılması ve desteklenmesi için doğru zamanlardan biri bu dönemdir.

Öte yandan, son dönemde yaşanan gelişmeler, sürdürülebilir kalkınmanın acil ve gerekli olduğunu bizlere net olarak gösterdi. Bu kapsamda, sürdürülebilir kalkınmanın temel bileşenlerinden kırsal turizm konusu da önem kazandı. Bu bağlamda, bu konularda çalışacak donanımlı genç girişimciler ulusal ve uluslararası alanda dikkat çekmeye başladı.

Sürdürülebilir Kırsal Turizm için Kırılgan Genç Girişimciler adlı proje, yukarıda bahsedilen konuları odağına alması ve temel motivasyon olarak bu konulardan beslenmesiyle ayrı bir değere sahiptir. Prof. Dr. Yeliz Mert Kantar’ın koordinatör olarak başvurduğu ve Eskişehir Teknik Üniversitesi koordinatörlüğünde yürütülecek projenin ortakları arasında başta Anadolu Üniversitesi koordinatörü Prof. Dr. Semra GÜNAY, Coğrafya Eğitimi Derneği Koordinatörü Doç. Dr. Önder YAYLA Türkiye konsorsiyumunu oluşturmakta. Projenin diğer ortakları ise Indepcia SCA (İspanya) ve Comune di Ponte di Piave (İtalya)’dır. 

Bu projede sürdürülebilir kırsal turizm için dayanıklı genç girişimcilerin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca ulaşmak için gençlerin başarılı girişimcilik modelleri geliştirmeleri gerekmektedir. Bunun için ise yaşadıkları ekosistem ve turizm konusunda donanımlı olmaları gerekmektedir. Yaşadıkları bölge ile turizmi harmanlamalarının yanında bazı becerilere sahip olmaları da beklenmektedir. Girişimciliklerinin sürdürülebilmesi için kırsalda turizm olanaklarına, dijital pazarlamaya ve girişimcilik konularına hakim olmaları bu becerilerden temel olanlarıdır. Özetle projenin amacı genç işsizliğini azaltmaya yönelik çözümler üretmek; kırsalda turizme ve girişimciliğe teşvik etmek; yerelde gençler, paydaşlar ve kurumlar arası bir ağ kurmak; uluslararası alanda kırsal turizm sektöründeki gençlerin girişimcilik, dijitalleşme ve yönetim becerilerini artırmak ve bu yönde onları ve gelecek nesilleri bu bağlamda teşvik etmektir.

Projenin ana ortaklarından Anadolu Üniversitesi ve Coğrafya Eğitimi Derneği, coğrafya başta olmak üzere sürdürülebilir turizm, turizm kaynaklarının belirlenmesi, afetler ve iklim değişikliği konularında ve koçluk konularında destek verecektir.  Girişimcilik, dijitalleşme ve dijital pazarlama konularında da Eskişehir Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Yeliz Mert Kantar koordinatörlüğünde projeye katkı sağlayacaktır. Ayrıca Uluslararası ortaklar ile deneyim paylaşımı ve eğitim modüllerinin hazırlanması için önemli iş birlikleri yürütülecektir. Proje konsorsiyumunda yer alan yabancı ortaklar Comune di Ponte di Piave – İtalya ve Indepcie – İspanya bu aşamada projeye destek sağlayacaktır.

Projenin yerelde paydaşları yer almaktadır. Projenin Eskişehir’deki paydaşları olan Han Belediyesi, İnönü Belediyesi, Seyitgazi Belediyesi, İŞKUR, Eskişehir Sanayi Odası, KOSGEB, Eskişehir Muhacir Dernekleri Federasyonu (EMDEF)’nundan yetkilileri ile ilk toplantısı 18 Mayıs 2022 de yapılmıştır. Han Belediyesi Başkanı Erdal Şanlı; İnönü Belediyesi Başk. Yard. Serhat Hamamcı; Seyitgazi Belediyesi Başkanı Uğur Tepe, Eskişehir Sanayi Odası’ndan İsmail Öztürk; İşkur’dan Erdoğan Şahin, Kosgeb’den Gözde Yenilmez Karabulut, EMDEF Başkanı Seyfettin Çalışkan ve proje ekibinin katılım sağladığı toplantıda, projenin daha iyi bir şekilde yürütülmesi için katkılar ve değerlendirmeleri alınmıştır. Ulusal düzeyde projenin yaygınlaşması ve sürdürülmesi için bu ortaklardan destekler istenmiştir. Bu talebin karşılık bulduğu paydaşlarca ifade edilmiştir (Resim-1).

Resim-1

Yerel paydaşlardan EMDEF’e 27 Mayıs 2022 tarihinde ziyarette bulunulmuştur. Projenin yürütülmesi için gençlere erişim aşamasında önemli katkılar sunan EMDEF desteklerini sürdüreceğini ifade etmiştir (Resim-2).

Resim-2

Diğer yerel paydaşlardan olan Seyitgazi Belediyesine de 28 Haziran 2022 tarihinde ziyarette bulunulmuştur. Projede gençlerin görüşlerinin ön plana çıkarılması değerlidir. Araştırma metodolojisi takibi bağlamında da gençlerle görüşmek önemildir. Bu bağlamda gençlerle bir araya gelerek görüşmeler yapılmıştır. Bu aşamada Seyitgazi Belediyesi destek sağlamıştır ve desteklerini sürdürebileceklerini de ifade etmiştir (Resim-3).

Resim-3

Yakın tarihte ise projenin partnerler ile uluslurarası ilk yüzyüze toplantısı 20-21 Temmuz 2022 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Eskişehir Teknik Üniversitesi liderliğinde, Prof. Dr. Yeliz MERT KANTAR koordinatörlüğünde yürütülen “Kırsal Turizm için Dayanıklı Genç Girişimciler” (Antifragile Young Entrepreneurs for Sustainable Rural Tourism) başlıklı Erasmus+ KA220 projesinin başlangıç toplantısı (kick-off meeting) 20-21 Temmuz 2022 tarihinde yapılmıştır. Yüz yüze olarak Eskişehir Teknik Üniversitesi Fen Fakültesi’nde gerçekleştirilen toplantıda Türkiye, İtalya ve İspanya’dan ortaklar ile proje aşamaları ve taraflarca sağlanacak katkılar ele alınmıştır.

Eskişehir Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yeliz MERT KANTAR, Doç. Dr. Şükrü ACITAŞ, Dr. Öğr. Üyesi İsmail YENİLMEZ organizasyonda görev almaktadır. Proje konsorsiyumunda yer alan ve yurtiçi ortaklar olan Anadolu Üniversitesi ile Coğrafya Eğitim Derneği temsilcileri toplantıda yer almaktadır. Anadolu Üniversitesi’ni temsilen Prof. Dr. Semra GÜNAY,  Dr. Merve ÖZGÜR GÖDE, Dr. Sema EKİNCEK; Coğrafya Eğitimi Derneği’ni temsilen Doç. Dr. Önder YAYLA toplantıya katılım sağlamıştır. Proje konsorsiyumunda yer alan yabancı ortaklar olan Comune di Ponte di Piave – İtalya ve Indepcie – İspanya toplantıda yer aldı. Comune di Ponte di Piave’yi temsilen Handan AKARSU SCARABELLO ve Giuseppe SCARABELLO İtalya’dan; Indepcie’yi temsilen Jesus RUIZ ve Carlota FENOY GARCIA (uzaktan) İspanya’dan yüz yüze gerçekleştirilen toplantıya katılım sağlamıştır (Resim-4).

Resim-4

Özetle projede, sürdürülebilir kırsal turizm için dayanıklı genç girişimcilerin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca ulaşmak için gençlerin başarılı girişimcilik modelleri geliştirmeleri hedeflenmektedir. Bu bağlamda eğitim içerikleri, yönlendirmeler ve danışmanlıklar genç girişimcilere sağlanacak fırsatlardan bazılarıdır. Üç temel sonuç üzerinden yürütülecek iki yıllık projenin yaygın etkisi ve çıktıları inovatif, uygulanabilir ve sonuç odaklı olacak şekilde dizayn edilmiştir. Proje ayrıca genç işsizliğini azaltma; kırsalda turizmi geliştirme ve girişimciliğe teşvik etme; gençler ve kurumlar arası bir ağ kurma; uluslararası alanda kırsal turizm için gençlerin becerilerini artırma hedeflerini içermektedir.

Projenin Eskişehir gençleri ve turizmi için taşıdığı önem, pandemiyle beraber günümüz değişen koşulları göz önünde tutulunca, dikkate değerdir. Sürdürülebilir ve öz kaynaklarını kullanan bir turizm anlayışını yaygınlaştırma fikri taşıyan proje, doğrudan sosyal hayata dokunabilecek etkiler içermektedir.

Faaliyet Raporu 22 sonbahar

1.ULUSAL BİLİMSEL POSTER YARIŞMASI          

4. Afet ve Dirençlilik Kongresi Eskişehir Teknik Üniversitesi ve AFAD iş birliğinde CED ve diğer paydaşları ile birlikte 19-21 Ekim 2022 tarihlerinde Eskişehir’de düzenlenmiştir. Ortaöğretim Öğrenciler Arası Bilimsel Poster Yarışması’nda dereceye giren poster sahiplerine ödülleri Eskişehir Valisi Erol Ayyıldız, AFAD Başkanı Yunus Sezer ve ESTÜ Rektörü Adnan Özcan tarafından kongre açılış töreninde takdim edildi.

İklim Değişikliği ve Güvenli Kentler konulu bilimsel poster yarışmasında jüri üyeliği yapan, aşağıda isimleri yazılı derneğimiz üyesi akademisyenlerimize teşekkür ederiz.

Prof. Dr. Sultan BAYSAN

Doç. Dr. Hakan ÖNAL

Doç. Dr. Mücahit YILDIRIM

Dr. Öğr. Üyesi Doğukan Doğu YAVAŞLI

Dr. Öğr. Üyesi Öznur AKGİŞ İLHAN

Kastamonu Bozkurt Seli

KASTAMONU BOZKURT’TA YAŞANAN SEL FELAKETİ  

Emil Ata Güzeliş[1]

emil.guzelis@hisarschool.k12.tr

Sel, hem ülkemizde hem de farklı coğrafyalarda sıkça yaşanan ve afete dönüşmesi halinde büyük ölçüde can ve mal kaybına sebep olan doğal bir tehlikedir. Bu tehlikeyi felakete dönüştüren bazı nedenler olabilmektedir. Ülkemizde sel ya da taşkınlar, depremden sonra en büyük ekonomik kayıplara yol açan afetlerdir. (Korkanç, 2005). Türkiye’de son yılların en büyük sel felaketlerinden bir tanesi 11 Ağustos 2021 tarihinde Karadeniz Bölgesi’nin bati bölümünde aşırı yağış sonucu meydana geldi. Sel sularının etkisi altında kalan Kastamonu, Sinop ve Bartın afet bölgesi olarak ilan edildi.

Görsel 1. Sel felaketinin yaşandığı alan

Meydana gelen sel felaketi ve heyelanda can kayıpları oldu. Bu illerde toplam 82 kişi yaşamını yitirdi, 228 kişi yaralandı, 16 kişi kayboldu, onlarca bina zarar gördü. Felakette en çok Kastamonu’nun Bozkurt ilçesi zarar gördü. 65 kişinin yaşamını yitirdiği 8 kişinin de kaybolduğu sel felaketinde onlarca bina da hasar gördü. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün verdiği bilgiye göre, 11 Ağustos’ta meydana gelen selden bir gün önce yağışlar başlamıştı. Bozkurt’un dağlarındaki köylerde metre kareye 453 kilogram, Bozkurt’a ise 161 kilogram yağmur düşmüştü. Aşırı yağış alan Küre Dağları’ndan yağmur suları akarak Ezine Çayı’na ulaştı ve suyun debisini yükseltti.

Görsel 2. Afet bölgesi

Bozkurt’un Nüfusu ve Coğrafi Özellikleri

2020 yılında yapılan sayımlarda ilçenin nüfusu 9.620 belirlenmiştir. TUIK verilerine göre dışarıya göçün çok olduğu Bozkurt’ta ilce nüfusu yaz aylarında diğer mevsimlere göre 2-3 kat artmaktadır. İlçe Kastamonu ilinin kuzeyinde ve Karadeniz’in kıyısında yer almaktadır. İlçenin merkezi denizden 2 kilometre içeride bulunmaktadır. 296 km² yüzölçümüne sahip olan Bozkurt İlçesi’nde rakım 30 metredir. İlçeden Ezine ve İlişi Çayları geçmektedir. Ezine Çayı’nın uzunluğu 60 km, İlişi Çayı’nın uzunluğu ise 40 km dir. Başlıca dağları Göynük ve Yaralıgöz Dağlarıdır.  (Bilgen, Balcı, Kalça, 2022)

Bozkurt’taki Sel Felaketinin Nedenleri ve Sonuçları

Bu sel felaketinin oluşmasına, can kaybının olmasına ve hasar bırakmasına yanlış uygulamalar neden olmuştur. Ülkemizde derelerin doğal yapısını kaybetmesinin sel tehlikesinin afete dönüşmesinde en önemli etkenlerden biri olduğu düşünülmektedir. Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde meydana gelen felaketin başlıca nedeni olarak da Ezine Çayı’nın doğal halinin bozulması gösterilmektedir.  Bozkurt’ta yaşanan bu sel felaketi hem doğanın insana etkisine hem de insanın doğaya etkisine örnek olarak gösterilebilir. Doğanın insana etkisi olarak bu bölgenin çok yağış almasını söyleyebiliriz. Ancak asıl problem bu bölgede insanlar tarafından yapılan yanlış uygulamalar ve onların getirdiği sonuçlar olarak görülebilir.

Doğal hali ile kıvrımlı olarak akan Ezine Çayı, daha sonra yapılan bir kanaldan Karadeniz’e akmaya başlamıştır. Bu kanal, aşağıda kullanılan görsel 3’deki gibi kıvrımlı değil düz olarak inşa edilmiştir. Fakat sel felaketinin ardından Ezine Çayı görsel 4’deki gibi yeniden “S” şeklinde kıvrılarak eski halini almıştır.  Çay’ın aktığı yatak da daraltılmış ve her iki tarafı imara açılarak evler yapılmıştır.

Görsel 3

Görsel 4

Selin felakete dönüşmesinde ve can kaybının çok olmasında en önemli etkenlerden biri olarak, dere yatağının daraltılmasını, açık kanala dönüştürülmesi ve etrafına konutların yapılmasını söyleyen Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e göre “Bozkurt’ta dere yatağına bina yapılıyor, dere daraltılıyor, bazı binaların temelinde çay malzemesi kullanılıyor ve sağlam zemine ulaşılmıyor. Projeyi hazırlayan, projeyi onaylayan, inşaatı başlatan ve inşaatı denetleyen suçlu.”  Aynı zamanda dere kenarına yapılacak yapıların, kıyı çizgisine en fazla 50 metre yaklaşabileceğini 0-50 metre arasında yapılaşma olamayacağını söyleyen Prof. Dr. Öztürk, bu alanların yeşil koridor olarak projelendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Aşağıda Jeoloji Mühendisi Prof. Dr. Ramazan Demirtaş’a ait görselde Ezine Çayı’nın sadece 15 metre mesafede binaların yapıldığını görüyoruz. 

Görsel 5. Ezine Çayı havzası ve Bozkurt yerleşme planı

Ayrıca Ezine Çayı’nın üzerine yapılan köprülerin kemerli olmaması yani düz olarak yapılması da selin etkisini artıran nedenlerden biri olarak düşünülüyor. Çay’ın debisinin artan yağışlarla yükselmesinin ardından, kemersiz olan köprüler tarafından akışının engellendiği bu nedenle köprülerin yıkıldığı düşünülmektedir. Diğer taraftan, ilçedeki tomruk deposunun selden etkilenerek zarar gördüğü belirlenmiştir. Burada bulunan ağaç parçaları ve kütüklerin sel sularına karışarak köprülerdeki akışı engellemesi ve tıkanıklıklara neden olması da gösterilen nedenler arasındadır. Görsel 6’da ağaç parçalarının Ezine Çayı üzerinde bulunan köprü girişini kapattığı ve suyun akışını engellediği görülmektedir.

Görsel 6. Ağaç ve molozların Ezine Çayı üzerinde neden olduğu tıkanma

Bozkurt İlçesi yakınlarında iki Hidroelektrik Santrali bulunmaktadır. Ezine Çayı’nın üzerinde kurulu olan HES yani Hidroelektrik Santrali’nin Kastamonu’nun en büyük santrali olduğu bilinmektedir. 7.4 metre yüksekliğe, 7 metre derinliğe ve 12 metre uzunluğa sahiptir. HES’te tutulan suyun miktarı ise 45 bin metreküptür. Bölgede bulunan HES’in doğal dengeyi bozduğu ve aşırı yağış sırasında Ebru regülatörü ve Hidroelektrik Santrali’nin kapaklarının patladığı, bu durumun da hasarın büyük olmasının önemli nedenlerinden biri olduğu söylenilmektedir. Diğer Hidroelektrik Santrali olan Aybige Hidroelektrik santrali de Bozkurt’a yakın bir bölgede bulunmaktadır. Siyasal Ekoloji uzmanı Dr. Sinan Erensü, Bozkurt’ta yaşanan afetin nedenlerinden biri olarak gösterilen Hidroelektrik Santrali ile ilgili HES’in patlamasıyla ile meydana getirebileceği zarardan çok HES’in yapımı sırasında doğal dengenin bozulduğuna dikkat çekiyor. “Bunda vadideki yapılaşma, suyun akışını etkileyen çeşitli yapılar gibi çeşitli faktörlerin etkisi var. HES’in su alma borularının zarar gördüğü iddiaları var ki bunun görüntüleri de mevcut. Ancak bunu tek başına sele bağlamak doğru değil. Burada doğru tartışma alanı HES’in patlayıp patlamadığından ziyade HES’in yapımı, işletmesi ve sonrasında vadilere verdiği etkidir. HES’ler yapılırken yol yapılıyor, arazi değiştiriliyor, bu örnekte olduğu gibi bazen birden fazla vadideki su bir araya getiriliyor, ağaçlar kesiliyor ve taş ocağı gibi başkaca yapı çalışmaları yapılıyor, molozlar zaman zaman vadi içlerine atılıyor, derenin yolu üzerine çeşitli yapılar inşa ediliyor. Bütün bunları bir arada düşündüğümüz zaman olası etki üst kotlardan toplanan su haznesinin patlamasından çok daha fazla etki söz konusu olabilir.” 

Görsel 7. Bozkurt’taki Hidroelektrik Santrali’nin sel afetinden önceki ve sonraki görüntüleri

Bozkurt’taki sel felaketi ve iklim değişikliği ilişkisi üzerine yapılan yorumlar ise farklılıklar gösterirken, İstanbul Teknik Üniversitesi bir araştırma raporu yayınladı. Bu raporda, “Afetin oluşumunda iklim değişikliğinden önce doğru yerleşim planlanması gündemde tutulmalıdır” denildi.

Bozkurt’taki Sel Felaketinin Doğal Sistemlere Etkileri

Dünyamızda ve ülkemizde en çok rastlanan yağış çeşidi yağmurdur. Yağmurlar da iklim şartlarına ve atmosferdeki hareketliliğe göre oluşur. İklim değişikliği ve küresel ısınma nedeni ile de atmosfer de artan su buharı hem ülkemizde, hem de bütün yerkürede yağışların bölgeye göre artmasına neden olabilmektedir. Türkiye’nin Bati Karadeniz Bölgesi özellikle yağışa çok elverişli bir bölgedir. Meteoroloji Genel Müdürlüğü tarafından Bati Karadeniz bölgesi için yıl içinde sıkça kuvvetli yağış uyarıları yapılmaktadır. Meteorolojinin verilerine göre ilçenin yıllık yağış ortalaması 449,7 mm iken sel felaketinin meydana geldiği Bozkurt’ta bu değer 1.214,8 mm olmuştur. Bozkurt’ta yaşanan sel felaketi atmosfer kökenli afetlere bir örnektir. Çünkü yağışların yıl içerisinde düzenli olduğu bölgede, dere yatağının daraltılması ve doğal yapısının bozulması can kaybına da yol açan afete neden olmuştur. Bir taraftan da Bozkurt’ta yeşil alanlar tahrip edilerek yerine betonlaşma yaşanmaktadır. Bu yüzden buharlaşma artarken iklim değişikliğinin de etkisiyle atmosfer daha çok buhar olarak su tutmakta ve daha çok yağışa neden olabilmektedir. Atmosfer ve yeryüzünde doğal dengenin bozulması arasında çok önemli bir ilişki vardır. Karşılıklı olarak birbirlerini etkilediğinden sel etkisi afete dönüşebilmektedir.

Yeryüzündeki sular sürekli bir döngü halindedir. Hidrosfer ile ilgili olan akarsu, deniz, göl, kaynak suları ve yeraltı suları bu döngüyü yaşarlar. Yağışlarla gelen seller de kimi zaman küçük kimi zaman büyük bir alanı etkiler. Bozkurt’ta yaşanan sel sonrası felakete neden olan sel suları ilçenin 3 kilometre ilerisinde bulunan Abana’dan Karadeniz’e dökülmüştür. Bu sular sel bölgesinden taşıdığı her şeyi Karadeniz’e bırakmıştır. Denizin içindeki canlıları da etkileyecek şekilde kimyasını değiştirmiş ve ekosistemin dengesi, aşırı yağışların insan yapısı hatalar nedeniyle bozulmuştur.

Görsel 8. Bozkurt’taki sel felaketinden Karadeniz’e ulaşan sel suları

Kısaca dünyada yaşamın olduğu katman olarak tanımlayabileceğimiz biyosfer, doğa olaylarının etkisiyle değişikliğe uğrayabilir. Sel de bir doğa olayı olarak özellikle bu sistemi çok etkilemektedir. Sel sırasında birçok hayvan ve bitki türü ile birlikte insanlar da ölebilir. Canlıların yaşadığı bu katmanda ekosisteme zarar veren sel felaketi, flora ve faunayı etkileyerek yaşadıkları çevreyi ve habitatlarını değiştirebilir. Batı Karadeniz Kastamonu Bozkurt’ta yaşanan bu sel felaketinde kaybettiğimiz insan sayısının tespit edilmesi gibi bitki ve hayvanların ne kadar zarar gördüğü de tespit edilmelidir. Sel sonrası onların habitatları üzerine de çalışmalar yapılmalıdır.

Yerküremizin dış katmanı olan litosfer de biyosfer, atmosfer ve hidrosfer ile sıkı ilişki içerisindedir. Bu kabuk katman kayalık ve serttir. Seller toprağın üst verimli tabakasının taşınmasına da neden olabilmektedir. Bu durum toprak erozyonu anlamına gelir. Ayni zamanda selin etkisiyle kabuğun doğal sekli bozularak vadiler genişleyebilir. Bozkurt’ta meydana gelen sel felaketi ile birlikte de dağlardan ve ormanlardan taşınan toprak, kayıplara neden olmuş olabilir. Bu zararın telafi edilmesi için Karadeniz’e taşınan toprağın miktarı tespit edilebilir ve ağaçlandırma gibi yöntemlerle telafi edilmeye çalışılabilir.

Bozkurt’ta Meydana Gelen Sel Felaketinin İnsan Yaşamına Etkileri

Yanlış yapılaşma ve idari hatalar nedeniyle daraltılan ve akışı değiştirilen dere yatağı, aldığı yağış miktarını kaldıramayarak çevredeki alanları etkisi altında bırakmıştır. İmara açılan dere yatağının hemen kenarında bulunan konutlar büyük zarar görmüş, bazıları yıkılmıştır. Bu nedenle can kaybı sadece Bozkurt ilçesinde 65 kişi olarak belirlenmiş, 8 kişi de kaybolmuştur. Sel sonrası tüm yollar, kaldırımlar, şehir aydınlatmaları gibi hayatin akışını sağlayan alt yapılar hasar gördüğünden, bölge halkının yaşamını aksatan bir durum yaşanmıştır. Aynı zamanda yer altında bulunan kablolar ortaya çıkarken, yüksek gerilim hatları da kopmuştur. Yine Ezine Çayı’nın iki yakasında içme suyu ve kanalizasyon sistemlerinde de hasara yol açmıştır. Bütün bu hasarların onarımı, kaplanan balçıkın temizlenmesi zaman aldığından günlük hayat ciddi şekilde aksamıştır. Bu hasarlar, ülke ekonomisinin de zarar gördüğü anlamına gelmektedir.

Görsel 9. AFAD (2021). Kastamonu Bozkurt’u da kapsayan Bati Karadeniz sel felaketi nedeniyle bölgeye yapılan ekonomik destek

Diğer taraftan doğal afetlerin insan psikolojisi üzerine de olumsuz etkileri vardır. Can ve mal kaybı yaşayan insanlar bu hasarın verdikleri etki ile psikolojik sağlıklarını kaybedebilirler. Bütün bu kayıpların verdiği zararın insanların ekonomik ve sosyal hayatlarını da olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır

Türkiye ve Dünya’da Sel Suyu Baskınları ve Risk Bölgeleri

Sel, Dünya’nın hemen her yerinde olduğu gibi ülkemizde de kolayca afete dönüşerek büyük mal ve can kaybına neden olan bir “doğal tehlikedir”. Selin oluşumu, büyüklüğü ve verdiği zararların boyutu, önemli ölçüde o yerin klimatolojik-meteorolojik, jeolojik-jeomorfolojik, biyolojik özellikleri ve insanların çeşitli etkinlikler ile doğrudan ilişkilidir. Bu doğal tehlikenin afete dönüşmesi ülkelerin sosyal ve ekonomik yapıları ile doğrudan ilişkili olabilmektedir. Ülkemizde iklim göz önüne alındığında ve geçmiş sel olaylarının akışına bakıldığında, %51’inin ilkbahar sonları ve yaz başlarında yaşandığını görmekteyiz. (Özcan, 2006) Seller oluş şekillerine, nedenlerine göre çeşitli isimlerle tanımlanabilmektedirler; akarsu selleri, baraj selleri, dağlık alan selleri vb. Türkiye’de en yaygın ve etkili olan ise Kastamonu Bozkurt örneğinde olduğu gibi akarsu selleridir. Sağanak yağışlar, karların erimesi, baraj yıkılması gibi nedenler akarsuyun debisinin artmasına neden olurken, su taşkını ve afetler için en önemli nedenlerden biri de akarsu yatağının doğru şekilde ıslah edilmesi gerekirken tersi olarak yanlışların yapılmasıdır. Bu durum tıpkı Bozkurt sel afetindeki gibi hem doğal sistemleri, hem de beşeri sistemi karşılıklı olarak etkilemektedir. Aşağıda Görsel 10’da T.C Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı tarafından hazırlanan Türkiye Sel Su Baskınları Haritasını görmekteyiz.

Görsel 10. Türkiye Sel Su Baskınları Afet Haritası

Bu haritaya göre Türkiye genelinde sel riskinin fazla olduğunu söyleyebiliriz. Basta Erzurum olmak üzere, Amasya, Giresun, Ağrı, Bitlis, Bingöl, Sivas sel ve su baskınları sayısının fazlalığı nedeniyle dikkat çeken illerimizden. Karadeniz Bölgemizde ise sel suyu taşkınlarının yaygın olarak yaşandığı görülebilmektedir. Çanakkale, Ankara ve Amasya ise su baskınları nedeniyle can kaybının en çok olduğu iller olarak gösteriliyor.

Diğer taraftan WHO (World Health Organization), sellerin dünyada en sik görülen doğal afet türü olduğunu belirtmektedir ve dünyada 3 yaygın sel turunu şöyle sıralamaktadır;

  • Ani sellere, su yüksekliklerini etkileyen ve hızla yükselten aşırı yağışlar neden olur ve nehirler, akarsular, kanallar ve yollar ele geçirilebilir.
  • Sürekli yağmur veya kar erimesi bir nehrin kapasitesini aşmaya zorladığında nehir taşkınlarına neden olur. 
  • Kıyı taşkınlarına tropikal siklonlar ve tsunami ile ilişkili fırtına dalgalanmaları neden olur. (WHO, erişim 2022, Ekim 11)

Görüldüğü üzere dünyada da yaygın olarak, akarsuların etkilendiği veya taştığı seller gösterilmektedir.

Görsel 11. Colorado Üniversitesi tarafından hazırlanan sel afeti haritası, 1985-2010

Colorado Üniversitesi tarafından hazırlanan, 1985 ve 2010 yılları arasında dünyada gerçekleşen sel olaylarının gösterildiği haritaya göre Türkiye’nin de yoğunlukla sel etkisi altında olduğu görülmektedir. Avrupa, Asya kıtasının güney kesimleri ile adaların olduğu bölgelerle birlikte Kuzey Amerika’nın güneyde kalan kısımlarında yoğunluklar dikkat çekmektedir. WHO, dünya genelinde iklim değişikliğinin de etkisiyle aşırı yağışların sıklığının artmasına değinmektedir. 

Sonuç

Türkiye’de daha çok kıyı bölgelerimizde yaşanan sel ve taşkın olaylarının %52’ si Karadeniz bölgesinde yaşanmaktadır (Özcan, 2006). Kastamonu’nun Bozkurt ilçesi örneğinde olduğu gibi doğal yapının bozulması, sel tehlikesinin “sel afetine” dönüşmesine neden olmaktadır.  Doğal nedenler ve iklim değişikliği sebebiyle yağışların artması ve akarsuların taşması, insanların daha iyi bir yaşam için bozdukları alanlar, hem doğaya hem de insanın kendisine zarar vermektedir.  11 Ağustos 2021 tarihinde Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde 65 kişinin yaşamını yitirdiği 8 kişinin de kaybolduğu sel felaketinde, hayvanların ve bitkilerin de habitatları zarar görmüş ölümlerine neden olmuştur. Onlarca bina, alt yapı sistemleri, elektrik sistemleri vb. de hasar görmesi önemli bir örnek olabilir. Daraltılmış ve doğal yapısı bozularak düzleştirilmiş dere yatağı, mesafe konulmadan hemen yanına imar verilerek yapılmış konutlar ve işyerleri, kemerli olması gereken köprülerin düz yapılması gibi nedenler Bozkurt’ta kayıpların büyük olmasına neden olmuştur. Sel afeti sonrası nedenlerinin tespit edilmesi ve zararın giderilmeye çalışılması önemlidir. Ama asıl önemli olan sel öncesi doğanın tahribatına izin verilmemesi ve bölgenin coğrafi özelliklerine göre iyileştirmeler yapılmasıdır. Doğanın kendi dengesini koruması açısından bakıldığında normal kabul edilen sel olayının, insani nedenlerle afet olayına dönüşmesi hem beşeri hem de doğal sistemlere zarar vermektedir.

 

KAYNAKLAR

AFAD. (2021). İnfografikler. Kastamonu, Bartın Sinop Sel Afeti. Erişim 6 Ekim 2022 https://www.afad.gov.tr/inforgrafikler

Anka. (2021). Derenin Akışını Beğenmeyip, ‘Biz Daha Iyisini Yaparız’ Diyerek Oraları Islah Etmek Isteyenler Ile Onlara Izin Verenler Islah Edilmeli. Erişim 7 Ekim 2022 https://ekolojibirligi.org/derenin-akisini-begenmeyip-biz-daha-iyisini-yapariz-deyip-oralari-islah-etmek-isteyenlerle-onlara-izin-verenler-islah-edilmeli/

Ayvacı.E. (2020). Bozkurt Nerede? Kastamonu Bozkurt’a Nasıl Gidilir? Erişim 5 Ekim 2022 https://gezilecekyerlertr.com/bozkurt-nerede/

Bilgen. ve Balcı. E. ve Kalca.M.Y. (2022). Kastamonu Bozkurt İlçesinde 11.08.2021 Tarihinde Meydana Gelen Sel Felaketinin Yerinde İncelenmesi. FBU-DAE 2022 2 (1) : 20-35. Erişim 5 Ekim 2022 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2254802#:~:text=Merkez%20il%C3%A7enin%20y%C4%B1ll%C4%B1k%20ya%C4%9F%C4%B1%C5%9F%20ortalamas%C4%B1,Ya%C4%9F%C4%B1%C5%9Flar%20y%C4%B1l%20i%C3%A7erisinde%20d%C3%BCzenlidir.

Grant. K. (2015). 10 Measures that must be taken to prevent more flooding in the future. Independent. Erişim 6 Ekim 2022, https://www.independent.co.uk/climate-change/news/10-measures-that-must-be-taken-to-prevent-more-flooding-in-the-future-a6788866.html

INSTAAR, University of Colorado. (2022). Space-based Measurement, Mapping, and Modeling of Surface Water. Geographic Centers of floods in the Flood Archive, 1985-2010. https://floodobservatory.colorado.edu/ Erisim 6 Ekim 2022

Korkanç, S. Y. (2022).  Sel ve Taşkınlardan Korunmada Erken Uyarı ve Önemi. FORESTIST (eski adıyla İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi), 55 (1), 123-134. Erişim 8 Ekim 2022 http://dergipark.gov.tr/jffiu/issue/18711/197342   

Özcan. (2006). Sel Olayı ve Türkiye. GÜ, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 26, Sayı 1 (2006) 35-50. Erişim 5 Ekim 2022  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/77226

Öztürk. M. (2020). Kaybolan dereler ve sel felaketi. Independent. Erişim 5 Ekim 2022 https://www.indyturk.com/node/209621/t%C3%BCrkiyeden-sesler/kaybolan-dereler-ve-sel-felaketi

Öztürk. M. (2021). Kastamonu Bozkurt’ta sel felaketi ve nedenleri. Erişim 7 Ekim 2022, https://www.indyturk.com/node/413016/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/kastamonu-bozkurtta-sel-felaketi-ve-nedenleri

Resmi Gazete. (2010). Akarsu ve Dere Yataklarının Islahı. Sayı : 27499. Erişim 6 Ekim 2022  https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/02/20100220-17.htm

Sel. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli rasathanesi ve D.A.E Meteoroloji Laboratuvarı. Erişim 5 Ekim 2022 https://meteoroloji.boun.edu.tr/sel.php

Serbestiyet. (2021). Ezine Çayı, selin ardından ‘S’ şeklinde kıvrılarak eski yatağını buldu. Erişim 11 Ekim 2022 https://serbestiyet.com/haberler/selin-vurdugu-bozkurtta-hasar-buyuk-67995/

The Journal of International Scientific Researches. (2019). Türkiye’deki Sel ve Taşkın Yönetmelikleri Üzerine Bir Değerlendirme: Farklı Ülkeler ile Karşılaştırma ve Yasal Boşluk Analizi. 4(2), 146-161. Erişim 6 Ekim 2022 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/766155

WHO. (2022, Ekim 11). Floods. Erişim 5 Ekim 2022  https://www.who.int/health-topics/floods#tab=tab_1

Yasar.D. (2017). ‘İklim değişiyor, peki şehirler?’. Sputnik. Erişim 5 Ekim 2022 https://sputniknews.com.tr/20170810/iklim-degisikligi-mikdat-kadioglu-1029685547.html

Yılmaz. E. (2021). Bozkurt’da HES bilmecesi: Selin gerçek nedeni ne? Erişim 5 Ekim 2-22 https://yesilgazete.org/bozkurtda-hes-bilmecesi-selin-gercek-nedeni-ne/

Ses Atmosferi

SES ATMOSFERİNİN TURİZMDEKİ YERİ

Dr. Eşref AY[1]

Ses atmosferi (soundscape) kavramı bir kişinin veya toplumun işittiği, hissettiği ve anlamlandırdığı sonik çevre olarak tanımlanmaktadır. İnsanlar tarafından görülebilen belirli bir mekandaki unsurlar görsel peyzajı oluştururken, ses atmosferi de o mekânda insanlar tarafından algılanabilen seslerin toplamını ifade etmektedir. Ses atmosferi ilk olarak Granö (1929) tarafından ileri sürülmüş bir kavramdır. Granö, peyzajın çok duyulu bir deneyim olduğunu vurgulamıştır (Qiu vd., 2018). Ancak, Granö bu kavramı açıklarken “ses atmosferi” ifadesini kullanmamıştır. Ses atmosferi ifadesini ilk kullanan müzisyen ve besteci R. Murray Schafer’dir.

Görsel 1.

Schafer’in çalışmalarının ilk odak noktası her zaman kulak, insanlar, sonik ortamlar ve toplum arasındaki ilişkiyle ilgili olmuştur. 1960’ların sonunda ve 1970’lerin başında, Dünya Ses Atmosferi Projesi (World Soundscape Project-WSP) gerçekleştirilmiştir. Schafer’in ses kirliliği süreci yoluyla sonik ortama dikkat çekmeye yönelik ilk girişimi, Vancouver’ın (Kanada) hızla değişen ses atmosferinin daha gürültülü yönlerine duyduğu kişisel hoşnutsuzluğundan kaynaklanmaktaydı. İnsanların çevrelerini bilinçli olarak algılama biçimleri ve küresel ses atmosferi düzenini değiştirme şansı projenin odak noktasıydı (Truax, 1984). Schafer 1975’te İsveç, Almanya, İtalya, Fransa ve İskoçya’daki beş köyün ses atmosferinin ayrıntılı incelemelerini yapan bir araştırma projesini içeren bir Avrupa turuna liderlik etmişti.                                               

 Görsel 2.

Ses atmosferi, genel olarak belirli bir yeri temsil eden ses alanını açıklamak için kullanılsa da ses atmosferi teriminin farklı tanımlamaları mevcuttur. Schafer (1977), ses atmosferini bir çalışma alanı olarak kabul edilen ses ortamının herhangi bir parçası olarak tanımlamıştır. Truax (1984) ses atmosferini sonik ortamdan farklı olarak tanımlayan daha spesifik bir tanım kullanmıştır: “Spesifik olarak, bir sonik ortam belirli bir yerde bulunan tüm akustik enerjiyi tanımlayabilirken, o sonik ortamın, içinde yaşayanlar tarafından nasıl anlaşıldığını ise ses atmosferi ifade eder”. Bu ses atmosferi tanımı ile terim, yalnızca açık alanlar için değil aynı zamanda hoparlörler gibi elektro-akustik kaynaklardan gelen seslerden sağlanan deneyimler için de kullanılmaktadır. Porteous ve Mastin (1985) ise çalışmasında ses atmosferinin mekânsal farklılaşmasına odaklanmıştır. Araştırmacılar tarafından tanımlamalarda kullanılan terimlerde de farklılıklar görülmektedir. Yapılan çalışmalar incelendiğinde; akustik ortam, sonik ortam, ses ortamı, işitsel alan, doğal akustik ortam ve çevresel sesler, sesi çevreleyen ortamlar, ortam koşulları, sessiz alanlar; çevresel gürültü kalitesinin iyi olduğu alanlar, yüksek akustik kalitedeki alanlar, şehir ses atmosferi, toplam akustik ortam, toplam ses atmosferi ve akustik ses atmosferi şeklinde farklı terimlerin kullanıldığı görülmektedir (Brown vd., 2011). Ses atmosferinin tanımında kullanılan ‘yer’ ifadesi, halihazırda insan yapımı veya doğal ortamın bir parçası olarak belirli görsel ve diğer fiziksel özelliklere sahiptir. Aynı zamanda insanların yaşadıkları veya zaman zaman vakit geçirebilecekleri, aktif veya pasif katılımlı olarak faaliyetlerde bulundukları, çevresi ve başkalarıyla etkileşime girebildikleri ortamdır. Bu yerde bazı faaliyetlerde bulunan kişi, akustik ortamdan işitsel uyarımlar almakta ve bu uyarandan kaynaklanan işitsel hisleri yorumlamaktadır.

Görsel 3.

Kavramın uluslararası literatürdeki İngilizce orijinali “Soundscape”dir. Türkiye’de ise şehir ve bölge planlama, coğrafya, mimarlık, çevre mühendisliği ve akustik araştırmacıları tarafından bu kavram; işitsel peyzaj, ses peyzajı, ses manzarası, işitsel manzara gibi farklı şekillerde Türkçeleştirilerek kullanılmıştır. Ulusal turizm literatürü incelendiğinde herhangi bir ‘soundscape’ çalışmasının olmadığı görülmüştür. Sesin atmosferdeki hava içerisinde yayılabilmesi, tüm varlıkları çevreliyor olması ve atmosferin tanımında “yerküreyi çevreleyen hava ifadesinin bulunmasından dolayı ‘soundscape’ kavramını turizm çalışmalarında Türkçe olarak ifade etmek için ‘ses atmosferi’ teriminin kullanılmasının daha uygun olduğu düşünülmektedir. Çünkü, ‘atmosfer’ terimi turizmde turist memnuniyetini etkileyen; ortam faktörleri (aydınlatma, ses, koku, ısı vb.), sosyal faktörler (çevrenin insan bileşeni) ve tasarım faktörlerini (mimari, stil ve düzen gibi işlevsel ve estetik unsurlar) kapsayan bir terim olarak kullanılmaktadır.

Genellikle çevre mühendisliği ve şehir mimarisi gibi alanlarda ele alınan ses atmosferi turizm açısından da önemli bir kavramdır. Çünkü, turizm faaliyetlerinin temelinde mekanlar ve bu mekanlara ait coğrafi peyzajların deneyimlenmesi yer almaktadır. Ancak, görme duyusu benliğin dünyayı algılamasında tek başına yeterli değildir (A. Liu vd., 2018).  Seyahat ve turizm, turistlerin deneyim arayışlarıyla ilişkilidir. Zihindeki coğrafi görünüm algısı, bireylerin sahip olduğu bilgi veya beklentiler ile şekillenir ve turistlerin yerleri etkili bir şekilde deneyimlemelerine yardımcı olmaktadır (Günay Aktaş vd, 2018). Turizm faaliyetleri genellikle olumlu algılanan, güzel ve kaliteli olduğu düşünülen peyzajlar temelinde gelişir ve bu yüzden turizm faaliyetleri peyzaj deneyiminden etkilenmektedir. Turistler tatmak, koklamak, dinlemek ve hissetmek için farklı yerlere gitmek ve buralarda farklı faaliyetlere katılmak isterler (Franklin, 2003). Son yıllarda turizm alanında çalışma yapan araştırmacılar, turist deneyimlerini anlamak için somutlaştırılmış faaliyetleri vurgulayarak, turistlerin diğer duyularının önemli yönlerini işaret etmişlerdir (Kang ve Gretzel, 2012). 

Görsel 4.

Turizm deneyimi, turizm literatüründe kapsamlı bir şekilde araştırılmış bir konudur. Bir destinasyonun çevresel niteliklerinin, estetik açıdan değerlendirmesine katkıda bulunabileceği ve genel turist deneyimini etkileyebileceği kanıtlanmıştır. Bu nedenle, bir yerin peyzajı ve akustik çevresi gibi estetik nitelikleri, turistik memnuniyetin temel bileşenleri olarak görülmelidir (Aletta vd., 2017). Turist deneyiminin önemli bir kısmı çevrelerindeki seslerle ilişkilidir (Qiu vd., 2018). Ses çoğunlukla duygusal, değişken, akıcı ve bedenin içine ve dışına doğru hareket eden bir bilgi biçimini harekete geçiren ilişkisel bir coğrafya oluşturmaktadır (LaBelle, 2010). Buradan hareketle, görülmeyen sadece duyulan olaylardan oluşan ses atmosferi kavramının turizm açısından da önemli olduğu söylenebilir (Ay ve Günay Aktaş, . Turistlerin görsel deneyimlerinin diğer deneyimlerden daha fazla vurgulandığı görülse de ses atmosferi, görsel uyaranlarla deneyimlenemeyen bazı özel algıları tetikleyebilmekte ve insanların çevrelerini daha kapsamlı bir şekilde anlayarak daha rasyonel davranmalarına yardımcı olabilmektedir (Qiu vd., 2018).

İşitsel deneyimler turizm deneyiminin bir parçasıdır. Çünkü, ses bir kültüre ait derin bilgiler içerebilir. Turistlerin sesleri dinleme şekli, turizm alanlarıyla ilgili duygusal deneyimlerini etkileyen önemli bir faktördür (Waitt ve Duffy, 2010). Bu nedenle, bir ses atmosferini dinlemek aynı anda fizyolojik, psikolojik ve kültürel olarak işleyen bir süreçtir ve sadece görsel manzaraya bakmaktan güçlü bir şekilde farklılaşmaktadır (Qiu vd., 2018). Ses atmosferi algısı son derece özneldir ve bu nedenle genel kabulden yoksundur. Görsel peyzaja kıyasla daha doğrudan ve daha hızlı algılanabilmektedir (Schafer, 1977). Bu nedenle turistlerin duygularını daha kolay harekete geçirebilmektedir. Bakmanın ve dinlemenin farklı etkileri, turist deneyiminin çeşitli duyularla tetiklenebileceğini de göstermiştir. Ses atmosferi, görsel peyzajdan farklı belirli bir deneyim türü sağlayarak, ortamdaki çeşitli duyguları geliştirmeye ve etkilerini arttırmaya yardımcı olmaktadır. Böylece beyin, birden fazla duyu organından gelen deneyim bilgilerini entegre edebilmektedir. Ses atmosferi ve görsel peyzajın uyumlu olduğu destinasyonlarda, turistlerin genel memnuniyeti bundan olumlu yönde etkilenmektedir (Qiu vd., 2018).

Görsel 5

Sonuç olarak, çok boyutlu deneyimler mekâna ait değerleri ve anlamları tam olarak anlama arzusuna katkıda bulunduğu için turist deneyimlerinin duyusal boyutu hem uygulayıcılar hem de bilimsel araştırmacılar tarafından giderek önem kazanan bir konudur. Turistler açısından akustik deneyim, onların içinde bulundukları ortamla ilişkilerini etkileyen dinamik bir yapıdır. Çünkü ses çoğunlukla duygusal, değişken, akıcı ve zihindeki bir bilgi biçimini harekete geçiren ilişkisel bir coğrafya oluşturmaktadır. Sesi bağlamsal olarak irdeleyen turistler, içinde bulundukları mekânda işittikleri seslerle o yerin kültürüne ve toplumuna ait bilgileri elde ederler ve o kültürün ve toplumun yapısını zihinlerinde canlandırılabilirler.

Ses atmosferi turizm açısından önemli bir kavramdır ve dikkate alınması gereken bir konudur. Turistlerin mekânı algılamaları ve anlamlandırmaları ve böylece turist memnuniyetinin ve tatmininin en üst düzeyde sağlanması için turizm destinasyonlarına özgü seslerin korunması önemli bir husustur. Destinasyonların mevcut ses atmosferlerinin belirlenmesi, kendine özgü olmayan seslerden arındırılması ve rahatsız edici seslerin ortaya çıkmaması için gerekli önlemlerin alınması turizmden sağlanacak faydayı en üst seviyelere ulaştıracaktır.

KAYNAKLAR

Aletta, F., Brambilla, G., Maffei, L., and Masullo, M. (2017). Urban soundscapes: Characterization of a pedestrian tourist route in Sorrento (Italy). Urban Science, 1(1), 4.

Ay, E., and Günay Aktaş, S. (2019). Sound pollution and tourism in the urban area. C. Çobanoğlu, M. Çavuşoğlu ve A. Çorbacı (Ed). Advances in Global Business and Economics:Volume 2 içinde (s. 67-75). USA: ANAHEI.

Brown, A. L., Kang, J., and Gjestland, T. (2011). Towards standardization in soundscape preference assessment. Applied acoustics, 72(6), 387-392.

Franklin, A. (2003). Tourism: an introduction. Sage: London

Günay Aktaş, Yayla, Ö., and Ekincek, S. (2018). Cultural landscapes of aviation park in terms of visitors’ viewpoint: case of Eskisehir aviation museum. The 11th Tourism Outlook Conference, Heritage Tourism beyond Borders and Civilizations, Anadolu University, Eskişehir, Turkey.

Kang, M., and Gretzel, U. (2012). Effects of podcast tours on tourist experiences in a national park. Tourism Management, 33(2), 440-455.

LaBelle, B. (2010). Acoustic territories: Sound culture and everyday life. USA: Bloomsbury Publishing.

Liu, A., Wang, X. L., Liu, F., Yao, C., and Deng, Z. (2018). Soundscape and its influence on tourist satisfaction. The Service Industries Journal, 38(3-4), 164-181.

Porteous, J. D., and Mastin, J. F. (1985). Soundscape. Journal of Architectural and Planning Research, 169-186.

Qiu, M., Zhang, J., Zhang, H., and Zheng, C. (2018). Is looking always more important than listening in tourist experience? Journal of Travel & Tourism Marketing, 35(7), 869-881.

Schafer, R. M. (1977). The soundscape : our sonic environment and the tuning of the World. Rochester, Vt. : Destiny Books.

Truax, B. (1984). Acoustic communication. New Jersey: Ablex Publishing Corporation.

Waitt, G., and Duffy, M. (2010). Listening and tourism studies. Annals of Tourism Research, 37(2), 457-477.

[1] Turist Rehberi

Turizmde Coğrafi Görünüm

 

TURİZMDE COĞRAFİ GÖRÜNÜM VE DENEYİMSEL ÖĞRENME: BÜTÜNCÜL YAKLAŞIM

Dr. Öğr. Üyesi Tuğçe ÖZOĞUL BALYALI[1]

Dünya Turizm Örgütü (2010) ve Avrupa Seyahat Komisyonu’nun (ETC) (2020) Demografik Değişim ve Turizm raporu, modern toplumlardaki demografik değişikliklerin turizm gelişimi için yeni zorluklar ve fırsatlar yarattığını vurgulamaktadır. Buna göre, gelecek nesillerin turizm davranış ve tutumları araştırmaya değer konular olarak kabul edilmektedir (Caber vd., 2020). Avrupa Seyahat Komisyonu (2020), Z Kuşağı yetişkinliğe ulaştıkça Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya gibi doğurganlığın yüksek olduğu bölgelerde turizmde önemli bir artış öngörmektedir. Bu bağlamda, Z kuşağının deneyimleri ve algıları, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde turizmin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Diğer taraftan turizmin mekansallığına yapılan vurgu, günümüz turizm araştırmalarının önemli bir bileşenidir (Jacobsen, 2007). Çünkü turizm açısından şehirleri, binaları ve harabeleri başka bir ifade ile coğrafi görünümü görmek için seyahat ediyoruz (Azara, 2008). Mekanlar sadece kısıtlı alanlar değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerin ve kimliklerin oluştuğu, mekan duygusunun geliştirildiği ortamlardır (Agnew, 2015). Bu karşılıklı etkileşim turist deneyimini oluşturmaktadır. Bu deneyimin tatmini ve benzersizliği, destinasyonun coğrafi görünümü ile yakından ilgilidir. Coğrafi görünüm, bir destinasyonun fiziksel, beşeri ve algısal coğrafi görünümünü kapsayan bir olgu olarak kabul edilmektedir (Maciocco, 2008).

Fiziksel coğrafi görünüm, belirli bir destinasyondaki morfolojik özellikler, iklim ve bitki örtüsü gibi fiziki coğrafya özelliklerini ifade etmektedir. Beşeri coğrafi görünüm, destinasyonun mimarisi, altyapı özellikleri ve geleneksel mutfağı gibi doğrudan insan müdahalesi ile inşa edilen unsurları vurgulamaktadır. Akgiş İlhan vd. (2022a)’nin de dikkat çektiği gibi turistlerin farklı sosyal konumları, ifade edilen coğrafi görünüm bileşenlerine ilişkin algılarını farklılaştırmaktadır. Dolayısıyla coğrafi görünüm yeni bir boyut kazanmıştır. Algısal coğrafi görünüm, turistlerin destinasyona ilişkin duygusal durumları ile karakterize edilmektedir. Turizmde coğrafi görünümün bu çok boyutlu yapısı ve destinasyonlarda coğrafi görünüm analizi bütüncül turizm politikaları geliştirmede faydalı bir araç olarak kullanılabilir. Buna göre, etkili turizm planlaması için turizmde coğrafi görünümün kapsamlı bir şekilde anlaşılması önemlidir (Akgiş İlhan vd., 2022a). Çok boyutlu bir araştırma bağlamına dayalı olarak, coğrafyalar etrafında turizm geliştirme ve planlamanın farklı bağlamsal yönleri tanımlanmalıdır (Saarinen vd., 2017). Turizm coğrafyası bağlamında coğrafi görünüm, somut ve sezgisel doğası nedeniyle, turist ile ziyaret edilen yer arasındaki gelişen ilişkilerin analizinde en temel coğrafi ortamdır. Coğrafi görünüm, kolay ve hazır erişilebilirliği, temsili ve ilişkisel özellikleri nedeniyle hem turizm için gerçek bir sahne hem de turizm yoluyla coğrafi değişimi analiz etmek için harika bir araçtır (Terkenli, 2002).

Turizm araştırmalarının önemli odağını oluşturan coğrafi görünüm, turizm coğrafyası ve turizm eğitiminin de ayrılmaz bir bileşenidir. Coğrafi görünüm, özellikle turizm alanı ile ilgili birçok derste yer almaktadır. Coğrafi görünüm genellikle turizm coğrafyası derslerinde anlatılmakta ve çeşitli sınıf ortamlarında görsel sunumlarla desteklenmektedir (Günay Aktaş, 2016). Bu kavramlarla ilgili bilgilerin öğretilmesinde uygun öğretme yöntemlerinin ne olması gerektiğinin tartışıldığı az sayıda araştırma bulunmaktadır.

Bu bakış açısından hareketle turizmde coğrafi görünümün nasıl öğretileceği ve coğrafi görünüm algısının nasıl ölçüleceği sorunsalı gündeme gelmiştir. Akgiş İlhan vd. (2022b), turizmde coğrafi görünümün öğretilmesinde Kolb’un deneyimsel öğrenme teorisi temelinde bir model önermiştir. Eğitim ile ilgili araştırmalarda deneyimsel öğrenmenin etkili bir metod olduğu vurgulanmaktadır. Uygulamalı bir yaklaşım olan deneyimsel öğrenme, öğrencilerin derslere yönelik dikkatini çekmekte ve sürdürebilmekte (Arcodia ve Dickson’a 2009); teorik bilgiyi uygulamaya dönüştürmelerine ve öğrendikleri bilgileri sentezlemelerine yardımcı olmakta (Ruhanen, 2005) ve yaratıcı ve eleştirel düşünme becerileri gibi becerilerin kazanılmasına katkı sağlamaktadır (Papamarcos, 2002).

Yazarlar turizmde coğrafi görünümün öğretilmesinde deneyimsel öğrenme yönteminin rolünü keşfetmeyi amaçlamıştır. Bu doğrultuda yazarlar küçük ama bir destinasyon olarak zengin doğal, tarihi ve kültür dokusuna sahip Eskişehir ilinin Sivrihisar ilçesinde bir uygulama gerçekleştirmiştir. Çalışma, bir grup gönüllü lise öğrencisi ile saha gözlemleri yapılarak ve bu gözlemlerden elde edilen sonuçların analiz edilmesiyle ortaya çıkmıştır.

Coğrafi görünümü anlamanın ve öğrenmenin temelinde deneyimlemek olmalıdır. Bu nedenle, öğrencilerin coğrafi görünümü anlamalarını ve öğrenmelerini sağlamak için pratik ve teorik eğitimi birleştiren bir öğretim modeline ihtiyaç duyulmuştur. Önerilen model, karma bir araştırma tasarımı kullanılarak üç kısımda tasarlanmıştır; deneyimsel öğrenmenin bileşenleri olarak teorik eğitim çalıştayı, saha çalışması, nitel veri analizi ve tematik haritalama. Coğrafi görünümle ilgili somut deneyim, yansıtıcı gözlem, soyut kavramsallaştırma ve aktif deney yoluyla öğrencilerin bilgiye erişmesine olanak sağlayacak bir yaklaşıma benimsenmiştir:

  • Somut Deneyim: Öğrencilerin bir turist olarak Sivrihisar şehrinde gezmeleri
  • Yansıtıcı gözlem: Sivrihisar’da gözlem ve veri toplama

 

 

 

 

 

 

                                Resim 1a.                                                                          Resim 1b.                                                                             Resim1c. 

Resim 1. Saha çalışması: Gezi, gözlem ve veri toplama

  • Soyut kavramsallaştırma: Nitel veri analizi ve tematik haritalama atölyesi
  • Aktif deney: Öğrenciler tarafından tematik haritaların çizilmesi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                           Resim 2a.                                                                                                                                                                  Resim 2b.

Resim 2. Nitel veri analizi ve temaların haritalanması

Sonuçlar deneyimsel öğrenme yönteminin turizmde coğrafi görünümü öğretmede etkili olduğunu göstermiştir. Buna göre, öğrencilerin coğrafi görünümü somut olarak deneyimlemeleri ve buna yönelik yansıtıcı gözlemler geliştirme süreçleri, incelenen olguya ilişkin bilgi üretme ve bilgiye erişmede etkili araçlardır. Öğrenciler saha çalışması sırasında bir destinasyonun coğrafyasını deneyimlemekten keyif aldıklarını belirtmişlerdir.

Saha çalışmasından sonra katılımcılardan alınan geri bildirimler, geliştirilen öğrenme modelinin saha çalışması sırasında yerel halkla teması artırarak ve gruplar arası entegrasyon yoluyla bilgi paylaşımını güçlendirerek daha etkili olabileceğini göstermiştir. Araştırmanın sonuçları, öğrencilerin nitel analiz ve haritalama atölyesi aşamalarının soyut kavramsallaştırma sürecinde araştırma alanını oluşturan Sivrihisar kenti peyzajını üç boyutta algılayıp anlamlandırdıklarını ortaya koymaktadır: Fiziksel, beşeri ve algısal. Genel bir bakış açısıyla, niteliksel analiz ve tematik haritaların oluşturulmasına ilişkin bilgi ve becerilerin arttığı görülmektedir. Deneyimsel öğrenme döngüsündeki analiz eğitiminin öğrenme çıktılarına ulaşmada etkili ve faydalı olduğunu söylemek mümkündür. Deneyimsel öğrenmeyi içeren bu model, öğrencilerin geri bildirimlerine göre öğrenme hedefine ulaşmada başarılı olarak algılanabilir. Gözlem becerilerini geliştirme, öğrenci merkezli öğrenmeyi teşvik etme, analitik becerileri geliştirme, kişisel becerileri geliştirme ve yaşayarak öğrenmenin öğrenmeyi kolaylaştırması bağlamında elde edilen bu sonuçlar önemlidir.

Bugünün ve geleceğin turizm aktörleri olan Z kuşağının coğrafi görünüm deneyimlerine ilişkin görüşlerinin bir destinasyonun planlama çalışmalarına ışık tutabileceği Akgiş İlhan vd. (2022a) tarafından belirtilmiştir. Bu doğrultuda yazarlar çalışmalarında, Z kuşağının turizmde coğrafi görünümü nasıl algıladığı ve stratejik turizm planlama çalışmalarında turizmde coğrafi görünüm boyutlarının nasıl kullanılabileceği tartışılmıştır.

Araştırmanın ana bulguları şu şekildedir: Z kuşağı üyeleri, bir destinasyonda yerel sakinlerle etkileşim kurmaktan keyif almış; geleneksel mimariyi ve gündelik hayatı ilginç bulmuşlardır.  Sivrihisar’ın fiziksel coğrafi görünüm özellikleri göz önüne alındığında Z kuşağı öğrencilerinin en çok ilgisini çeken unsur şehrin kuzeyine doğru uzanan dağlar olmuştur. Z kuşağının çalışma alanı için beşeri coğrafi görünüm tanımı, merkezi iş alanı, kentsel arazi kullanımındaki çeşitlilik, rekreasyon alanları, altyapı inşaatı, kentleşme ve konutlar, geleneksel mimari ve kırdan kente geçişin göstergesi olan bir takım unsurlardan oluşmaktadır. Sivrihisar’ın beşeri coğrafi görünümüne yönelik ilginç noktalarından biri, yerel halkla yakın bir iletişim kurabilme becerisidir. Bu bağlamda, bu çalışmadaki öğrenciler yerel halkla iletişimi, bölgenin kültürünü öğrenmek ve deneyimlemek için bir fırsat olarak görmüşlerdir. Sivrihisar’ın algısal coğrafi görünüm ile ilgili olan çekiciliğinin merkezinde gündelik hayat yer almıştır. Günlük yaşam algısı duygulardan, seslerden ve kokulardan oluşmuştur. Öğrencilerin çoğu Sivrihisar’ı toprak kokusu ve hayvan sesleriyle, huzur ve mutluluk duygusuyla ifade etmiştir.

Sonuç olarak turizm planlaması araştırması ve öğretme yöntemlerinin etkililiği kapsamında iki farklı bakış açısından hareketle gerçekleştirilen çalışmalar göstermiştir ki, geleceğin turizm aktörlerinden biri olan Z kuşağına yönelik verilen eğitimlerin odağı günümüzde değişmelidir. Teorik eğitimden ziyade öğrencilerin daha aktif olabilecekleri ve daha gerçek deneyimler yaşayabilecekleri öğretim yöntemlerine ihtiyaç vardır. Turizm ile ilişkili tüm alanlarda iyi eğitilmiş genç kuşakların gelecek turizm planlama çalışmalarına yönelik algıları da daha yol gösterici olacaktır.

KAYNAKÇA

Agnew, J. A., Place and Politics: The Geographical Mediation of State and Society, Routledge, 2015.

Akgiş İlhan, Ö. A., Balyalı, T. Ö., & Aktaş, S. G., ‘‘Demographic Change and Operationalization of the Landscape in Tourism Planning: Landscape Perceptions of the Generation Z’’, Tourism Management Perspectives, Vol. 43, 100988, 2022a.

Akgiş İ̇lhan, Ö., Özoğul Balyalı, T., Günay Aktaş, S., & Witsel, M., ‘‘Becoming a Part of the Destination: A Model for Teaching Tourism Landscape’’, Journal of Teaching in Travel & Tourism, Vol. 22, No. 4, p. 1-24, 2022b.

Arcodia, C., & Dickson, C., ‘‘ITHAS: An Experiential Education Case Study in Tourism Education’’, Journal of Hospitality & Tourism Education, Vol. 21, No. 1, p. 37-43, 2009.

Avrupa Seyahat Komisyonu. (2020). Study on Generation Z Travellers. https://etc-corporate.org/reports/studyon-generation-z-travellers/ (Erişim Tarihi: 15.05.21)

Azara, P., 2‘Landscape, Live Nature: Towards the Construction of the Image of Landscape in the West’’, G. Maciocco (Ed.), Urban landscape perspectives, Springer (pp. 43-60), Springer, 2008.

Caber, M., Albayrak, T., & Crawford, D., ‘‘Perceived Value and Its Impact on Travel Outcomes in Youth Tourism’’, Journal of Outdoor Recreation and Tourism, Vol. 31, 100327, 2020.

Dünya Turizm Örgütü. (2010). Demographic Change and Tourism https://etc-corporate.org/reports/demographic-change-and-tourism/ (Erişim Tarihi: 15.05.21)

Günay Aktaş, S., Turizm Coğrafyası, Açıköğretim Fakültesi Yayınları, 2016.

Jacobsen, J. K. S.,  ‘‘Use of Landscape Perception Methods in Tourism Studies: A Review of Photo-Based Research Approaches’’, Tourism Geographies, Vol. 9, No. 3, p. 234-253, 2007.  

Maciocco, G.,  The Territorial Future of the City, G. Maciocco (Ed.), The territorial future of the city (pp. 1-25), Springer, 2008.

Papamarcos, S. D., ‘‘The ‘‘Next Wave’’ in Service-Learning: Integrative, Team-Based Engagements With Structural Objectives’’, Review of Business, Vol. 23, No. 2, p. 31-38, 2002.

Ruhanen, L., ‘‘Bridging the Divide between Theory and Practice: Experiential Learning Approaches for Tourism and Hospitality Management Education’’, Journal of Teaching in Travel & Tourism, Vol. 5, No. 4, p. 33-51, 2005.

Saarinen, J., Rogerson, C. M., & Hall, C. M., ‘‘Geographies of Tourism Development and Planning’’, Tourism Geographies, Vol. 19, No. 3, p. 307-317, 2017.

Terkenli, T. S., ‘‘Landscapes of Tourism: Towards a Global Cultural Economy of Space?’’, Tourism Geographies, Vol. 4, No. 3, p. 227-254, 2002.

[1] Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Turizm Rehberliği Bölümü öğretim üyesi.

 

Özgür Bir Toplum Ütopyası

ÖZGÜR BİR TOPLUM ÜTOPYASI OLARAK “TOPLUM SÖZLEŞMESİ”, JEAN JACQUES ROUSSEAU

Doç.Dr. Muhammet KAÇMAZ[1]

Toplum Sözleşmesi kitabı çok bilinen ama az okunan kitaplardan biri olarak yüzyıllardır raflardaki yerini korumaktadır. Yayınlanmasından iki yıl sonra, 1746’da, İngilizce’ye çevrilmiş olan kitap Türkçe’ye ise 1913 yılında çevrilmiştir.  İlk olarak “Mukavele-i İçtimaiye” adıyla çevrilen kitap sonrasında “Sosyal Mukavele” ve “İçtimai Mukavele” olarak isimlendirilmiştir. Son olarak Vedat Günyol tarafından “Toplum Sözleşmesi” olarak çevrilmiş ve Günyol bu ismin kitabın ruhuna daha uygun olduğunu belirtmiştir. Zamanını aşan kitaplardan biri olarak Toplum Sözleşmesi kitabı ülke ve dünya meseleleri ile ilgili olan her coğrafyacının okuması gereken kitaplardan biri olarak listeye alınmalıdır. Kitabın çevirmeni Günyol’un da belirttiği üzere haklı ve doğru bir toplumun temellerini atmaya çalışan Toplum Sözleşmesi kitabında Rousseau, insanların doğal yaşama halindeki ilk özgürlüklerin özlemini çekmektedir. Ona göre insanlar özgür ve eşittirler ve toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belaların en önemli sebeplerinden biri mal, mülk tutkusudur.  Ayrıca bir avuç güçlü insanın başkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkisi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak insanın yaradılışı ile toplum koşulları arasında derin bir karşıtlık doğmuştur. Dolayısı ile Toplum Sözleşmesi, insanın doğal yaşama haline geri dönemeyeceği günümüz politik toplumunda yaşayan insanların doğal haklarını sağlama girişimi olarak değerlendirilmiştir.

Rousseau kitabı yazma niyetini birinci kitabın hemen başında kendisi de açıklamıştır; “Niyetim insanları oldukları gibi, yasaları olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulup bulunamayacağını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ve fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışacağım.”  İnsanların, toplumların ve devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda adalet düşüncesinden ne kadar hızla uzaklaşabileceklerini bilen, öğrenen nesiller olarak Rousseau’nun ne kadar zor ama bir o kadar da önemli bir işe giriştiğini anlamak kolaylaşıyor bizim için. Kendisine yöneltilebilecek yergilere ve eleştirilere karşı hazırlık yaparak kitabın hemen başında önlemlerini almaktadır.  “Önemimi ispatlamaksızın giriyorum konuma. Bana “Sen kral mısın yoksa yasacı mısın ki, politika üstüne yazı yazıyorsun?” diye soracaklara vereceğim karşılık şudur: Ben ne kralım, ne de yasacı; onun için politika üzerine yazıyorum ya! Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşa harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım.” Rousseau hemen bir sonraki paragrafta biraz daha ileri gidiyor; özgür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi olarak dünyaya geldiğim için, kamu işlerinde sözümün etkisi ne kadar az olsa da oy verme hakkım bu işleri öğrenmek görevini yüklenmeme elverir.” cümlesi ile konunun kendisi ile de ilgili olduğunu açıklıyor.  Oy verme hakkına sahip her yurttaşın politika üzerine araştırması, düşünmesi, konuşması ve yazması ülkesini sevmenin bir göstergesi oluyor onun için.

İnsanların özgür doğduğunu ancak her yerde zincirlere vurulmuş olduğunu, bütün toplumların en eskisi ve tek doğal olanının aile olduğunu belirten Rousseau, “insanın ilk uyacağı yasanın varlığını korumak, yapacağı ilk şeyin de kendine borçlu olduğu özeni göstermek” olduğunu ifade etmektedir. Ona göre “insan kendini bilecek çağa gelir gelmez, nefsini korumaya yarayan araçlara değer biçmede tek söz sahibi olduğu için, sonunda kendi kendinin efendisi olacaktır.” Aile toplumunda babayı baş, çocukları da halk olarak gören Rousseau’ya göre hepsi “eşit ve özgürdürler ve özgürlüklerinden ancak çıkarları uğruna vazgeçerler. Ailede babanın sevgisi onlara gösterdiği özeni karşılamakta oysaki devlette, devlet başkanının kendi halkına beslemediği bu sevginin yerini hükmetmek zevki almaktadır.”  İlginçtir ki toplumumuzda “tam yönetici olacak insan” olarak ifade edilen insanların çoğu otoriter ve baskıcı insanlardır, toplum kendinden olduğunu ve kendine zarar gelmeyeceğini düşündüğü bu tür insanların yönetici olmasına sıcak bakmaktadır. Seçtiği yöneticiler aracılığı ile ötekileştirdiklerine karşı hükmetme zevkini tadabilmek bile bu seçimler için geçerli sebep olabilmektedir. Ailede çocukların anne ya da babadan yana taraf olmasından ülkede cumhurbaşkanı seçimine kadar gidecek bu süreçte hükmetmekten zevk almayanların yönetici ve karar verici olması için çaba sarf edilmelidir. Yöneticilik bir hükmetme biçimi değil hizmet etme aracı olarak görülmelidir.

İnsanların güç ve zekâ bakımından olmasalar da sözleşmeler, hak ve hukuk yolu ile eşit olduğunu belirten Rousseau, çoğu yönetimde bu eşitliğin görünüşte kaldığını ve aldatıcı olduğunu belirtmektedir. Gerçekte yasaların, her zaman malı mülkü olana yararlı, olmayan ise zararlı olduğunu ve yoksulu yoksulluğunda, varlıklıyı da zorbaca ve kurnazca hazıra konmasına alıkoymaktan başka bir işe yaramadığını ifade etmektedir. Oysaki ona göre devlet, gücü genel istemin iradesine uygun olarak herkesin iyiliğine kullanarak yönetebilir. Özel çıkarlar arasındaki anlaşmazlıklar için toplum kurulmuştur ve genel istem eşitlikten yanadır.  Genel istemin her zaman doğru ve kamusal yararlara yönelik olduğunu ama halkın kararlarının her zaman aynı doğrulukta olamayacağını, insanın her zaman kendi iyiliğini istediğini ama bunun ne olduğunu kestiremeyeceğini belirtmiştir. Halkın hiçbir zaman bozulmayacağını ama aldatabileceğini ifade eden Rousseau, halkın işte o zaman kötülüğe eğilimi olacağını söylemektedir.

İnsanı köle yapanın öncelikle kaba güç olduğunu belirten Rousseau, onu kölelikte tutanın ise korkaklık olduğunu ifade etmektedir. Ona göre köleler zincirler içinde her şeyi hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler, köleliklerini severler. “İnsan boyun eğmeye zorlanıyorsa, boyun eğmek zorunda değildir” ifadesi insanın köle olmamak için vermesi gereken mücadelenin özünü oluşturmaktadır. Güç ve Tanrı ilişkisi üzerinden güce karşı boyun eğme meselesini de metinlerinde tartışan Rousseau “Her türlü güç Tanrı’dan gelir, kabul, ama bütün hastalıklar da ondan gelir. Böyledir diye, hekim çağırmak yasak mı olmalı”  sözü ile kaderci yaklaşımın yanlış anlaşıldığını açık ve net bir biçimde gözler önüne sermektedir. Gücün hak yaratmadığını ancak haklı bir güce boyun eğilmesi gerektiğini düşünmektedir. Gücün hak yaratmadığı düşüncesinden hareketle de insanlar arasındaki ilişkilerin tanzim edilmesinde sözleşmelerin önemli olduğunu dile getirmektedir. Bu sözleşmeye göre hayal ettiği toplum biçimi şu şekildedir; “üyelerinden her birinin canını, malını, bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulunmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz. Varlığını borçlu olduğu sözleşmeyi saymamak, kendini yok etmek demektir, kendisi hiç olan bir şey ne yaratabilir ki?”

Doğal yaşam halinden toplum düzenine geçişin insanda çök önemli değişliklere yol açtığını, davranışındaki içgüdünün yerini adalete bıraktığını, o güne kadar yalnız kendini düşünen insanın önce aklına başvurmak durumda kalacağını belirtmektedir. İnsanın bu durumda doğadan sağladığı birçok üstünlüğü yitireceğini buna karşın yetilerinin gelişmesi, düşüncelerinin açılması, duygularının soylulaşması ve baştanbaşa ruhunun yükselmesi gibi çok büyük yararlar elde edeceğini ifade etmektedir. Bu sayede kendini akılsız ve gelişmemiş bir hayvan durumundan çıkarıp akıllı bir varlık, bir insan haline sokmuştur. İnsanı kendi kendisinin efendisi yapan manevi özgürlüğü de toplum halinde elde edilen bir kazanım olarak gören Rousseau salt isteklerin itkisine uymayı kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmeyi ise özgürlük olarak tarif etmektedir. Özgürlük meselesini felsefe bağlamından uzak bir konuma taşıdığını özellikle belirten Rousseau bu konuda çokça eleştiri alacağının da farkındadır. Ona göre “toplum sözleşmesi yurttaşlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve herkesin aynı haklardan yararlanması gerekir. Böylece sözleşmenin özü gereğince her türlü egemenlik işlemi, yani genel istemin her türlü işlemi yurttaşları eşit olarak bağlar ya da kayırır, öyle ki egemen varlık yalnız ulusun bütününü tanır ve onu oluşturanlar arasında hiçbir ayrılık gözetmez.” Egemenlik “üst olanın astla değil, bütünün kendi üyelerinden her biri ile yaptığı sözleşmedir. Yasaya uygun bir sözleşmedir bu çünkü toplum anlaşmasıdır.”

Devlet gücünde ayrı ayrı birleşmelerin, mezhepleri ve partileri kışkırtmanın zararlı olduğunu belirten Rousseau’ya göre bir devletin kurucusu düşmanlıkları önleyemezse hiç olmazsa onların birer mezhep haline gelmelerini önlemelidir. Düşmanlıkların birer mezhep olarak görülmesi ilginç bir yaklaşım olarak dikkat çekmektedir. Günümüz insanının bu minvalde çokça kışkırtılarak mezheplere bölünmesi özellikle sosyal medya aracılığı ile çok kolaylaşmıştır. Bilim insanı herhangi bir siyasi, dini ya da ekonomik yapıya taraftar ya da muhalif olmadan kendi düşüncesini söyleyebilmelidir. Düşüncesinden ötürü herhangi bir tarafa dâhil edilme ya da karşıt ilan edilme ihtimali her zaman mümkün olsa da artık bu kişinin değil diğer bireylerin ve toplumun kusuru, ayıbı ve günahıdır. Zira özellikle siyasallaşan toplumlarda bu tür yaftalamaların çok ağır sosyal, toplumsal ve ekonomik sonuçları olabilmektedir. Ergen bir toplum gergin, yetişkin bir toplum ise olgundur. Olgun toplumlar olayları kendi akışı içerisinde değerlendirmeyi, doğru ve yanlışları kendi bilgisi, görgüsü ve değer yargıları ile ölçmeyi öğrenmiştir. Olgun toplumlar insanların davranışları ve değer yargıları ile inançları arasındaki uyumun ya da farkın öncelikle kişinin kendi karakteri ile ilgili olduğunu bilmektedirler. Elbette ki siyasi, dini ve ekonomik nedenlerden dolayı güçlü olanın, görünenin diğer bireylere karakter aktarımı söz konusu olsa da kişi kendi özünden değil de birtakım hesaplar ile bu karakter aktarımını kabul etmiş ise, ortada bir topluluk söz konusu olsa da birlikte bir toplumu oluşturamazlar. Güç dengeleri değiştiğinde karakter aktarımının yönü ve şekli de değişecektir. O nedenle devlet herhangi bir siyasi, dini ya da ekonomik gücün karakter aktarımı meselesinde taraftar olmamalı, her topluluğa adil bir şekilde kendi fikrini, inancını, değerlerini yayabilme fırsatını tanımalıdır. Konusu suç teşkil eden meseleler elbette aktarım sürecine dâhil edilemez. Lakin suçlar da nesnel olarak belirlenmeli ve belirtilmeli, ucu açık, muallak bırakılmış suç tanımları yapılmamalı, kişiden kişiye farklı uygulanmamalıdır.  Rousseau’ya göre “toplum sözleşmesi yurttaşlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve herkesin aynı haklardan yararlanması gerekir. Egemen varlık yurttaşlardan birini öbürlerinden daha çok yük altına sokmaya yetkili değildir.” Her insanın yaşamını korumak için yine kendi yaşamını tehlikeye atma hakkına sahip olduğunu, “yangından canını kurtarmak için kendini pencereden atan kimsenin canına kıydı” diye suçlanamayacağını belirtikten sonra “fırtına kopacağını bile bile kayığa binen, sonra da batıp ölen bir kimseye de aynı suçun yüklendiği” görülmemiştir diye eklemiştir.

Toplum sözleşmesinin amacı sözleşmeyi yapanların korunmasıdır. Cezaların sıklığını hükümette güçsüzlük ve tembellik belirtisi olarak gören Rousseau, iyi yönetilen bir devlette cezaların az olacağını belirtmiştir. Bunun nedeni ise bağışlamanın çokluğu değil suçların azlığıdır. Suçların cezasız kalmasını ise devletin çökmesi ile ilişkilendirmiştir. Ne çeşit olursa olsun yasa ile yönetilen her devleti cumhuriyet olarak kabul eden Rousseau, her yasal hükümeti de Cumhuriyetçi ilan etmiştir. Tabi bu konuda onun cumhuriyet ve hükümet kavramlarını nasıl açıklamış olduğu da önem kazanmaktadır. Ona göre “Cumhuriyet halkın kral olduğu devlettir ve yasalara boyun eğen halk, onları koruyan halkın kendisi olmalıdır.” Halkın her zaman iyiyi istediğini ama göremediğini, bunun için halkın yol gösterenlere gereksinimi olduğunu belirten Rousseau, tek tek kişilerin iyiliği görseler de tepebileceklerden onları özel istemin aldatıcı etkisinden korumayı, başka zamanlardaki ve olayları birbiriyle kıyaslamayı ve önündeki yararların çekiciliği ile uzak ve gizli kötülüklerin tehlikesini karşılaştırmayı tavsiye etmektedir.

Peki, kimdir bu yol gösterici, ona göre yasacılardır ve büyük bir krala binde bir rastlanabilse de yasacıya rastlama ihtimali çok daha düşüktür. Kralın yapacağı şey, yasacının göstereceği örneğe göre davranmaktır sadece. Yasacıyı “makineyi bulan mühendis”, kralı da “onu kurup işleten bir işçi” olarak görmektedir. Ona göre  “uluslara uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını adamakıllı bildiği halde onunla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zekâ gerekir. Öyle bir zekâ ki, mutluluğu bizimkine bağlı olmamakla birlikte, mutluluğumuz için çalışmayı istesin ve zamanın akışı içerisinde, uzak bir onur payı ile yetinsin, bir yüzyıl çalışıp, bir başka yüzyılda keyfedebilsin.”

İnsanlara yasalar vermek için tanrılar gerektiğini düşünen Rousseau, bu kimselerin insan doğasını değiştirecek güce sahip olmalarını da istemektedir. Yasacıyı devlet düzeni içinde her bakımdan olağan üstü bir insan olarak gören Rousseau, bunun üstün zekâsı ile ilgili olduğu kadar görevi ile de ilgili olduğunu belirtmiştir. Bu görevin ne yönetim ne de egemenlik işi olmadığını, cumhuriyeti kurmakla birlikte onun yapısına girmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Egemenlikle hiçbir ortak yanı yoktur. İnsanlara komuta edenin yasalara etmemesi, yasalara komuta edenin de insanlara etmemesi gerektiğini yoksa tutkuların aracı olan yasaları, çoğu zaman haksızlıkları sürdürmekten yana kullanabileceğinin altını çizmiştir. Lykurgos’un yasa yapabilmek için krallıktan çekildiğini, eski Yunan sitelerinde ve çoğu İtalyan cumhuriyetlerinde yasaları yabancılara yaptırdıklarını, buna karşın Roma’nın en parlak günlerinde zorbalığın bütün kötülüklerinin hortladığını ve yasama yetkisi ile egemen gücü aynı kimselerde topladığı için de Roma’nın yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını belirtmiştir.

Sonuçsuz göz boyamaların geçici bağlar kurabileceğini ancak bu bağların yalnız akıl ve bilgelik ile süreklilik kazanabileceğini ifade eden Rousseau’nun peygamberlerin politik sistemine hayranlığını şu cümlelerde görebiliriz; “Hala yaşayan Musa yasası ve bin yıldan beri dünyanın yarısını yöneten Muhammet yasası, bunları yapanların büyük adamlar olduğunu bugün bile gösteriyor bize. Kendini beğenmiş felsefe ya da particilik ruhu bunlara mutlu birer düzmece gözüyle baka dursun, gerçek politika, onların yapıtlarında o uzun ömürlü kurumlara önderlik eden büyük ve güçlü zekâya hayran kalmaktadır.” Kitapta din, devlet, toplum ve birey ilişkileri ile ilgili meseleleri açıklarken Rousseau’nun hümanarşist bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Birbiri ile çelişkili görünen lakin hümanarşizmin özünü de oluşturan çokça meseleye el atan Rousseau, kendisinin anlaşılmama ihtimaline karşı da “bütün düşüncelerim birbiri ile tutarlıdır ama hepsini aynı zamanda anlatamam” cümlesi ile karşılık vermiştir. Rousseau’nun İslamiyet’e olan ilgisini şu cümlelerde de görmek mümkündür;  “Muhammet’in pek sağlam görüşleri vardı, politik sistemini iyi temellere oturttu ve kurduğu hükümet kendinden sonraki halifeler zamanında biçimini sürdürdüğü sürece tam bir birlik içinde kaldı, onun için de iyi bir hükümet oldu. Ama Araplar gelişip edebiyatı sever, uygar, yumuşak ve gevşek insanlar olunca barbarlar boyunduruk altına aldı onları. O zaman iki güç arasında parçalanma yeniden baş gösterdi. Hristiyanlar kadar göze batmamakla birlikte, özellikle Şiilerde vardı bu anlaşmazlık, hele İran gibi devlerdeyse kendini duyurmaktan geri kalmıyor.” İleri görüşlü fikirlerin ve güzel tasarlanmış politik sistemlerin medeniyetin gelişimi açısından ne kadar önemli olduğuna işaret eden bu cümleler, kurulan medeniyetlerin barbar insanlar ve toplumlar karşısında birlik içinde olmasının önemini de vurgulamıştır. Bilim, edebiyat, kültür, sanat yanında insanın doğasına da hükmeden savaşçı yanının ezilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Aksi takdirde savaşçı toplulukların boyunduruğu altına girmeye ve elde edilmiş tüm medeni birikimlerin kaybına yol açılabilir. Çocukluk ve gençliğin birbirinden farklı olduğunu, ulusların da insanların gibi gençlik ve olgunluk çağları olduğunu belirttikten sonra toplumları yasalara bağlı kılmadan önce bu çağın gelmesini beklemek gerektiğini düşünmektedir. Bir ulusun olgunluk çağının fark etmenin kolay olmayacağını, erken davranılırsa da başarısızlığa uğrayacağını ifade etmiştir. Ona göre Ruslar hiçbir zaman gerçekten uygarlaşamayacaklar çünkü bu işe çok erken başlamışlardır. Deli Petro’nun üstün zekâsına rağmen zekâsının taklitçi bir zekâ olması ve her şeyi yoktan yaratan zekânın onda olmayışı nedeni ile bu şekilde düşünmektedir.

Bir ulusa yasalarla düzen vermek için gereken koşullardan en önemlisini bolluk ve barış içinde yaşamak olarak gören Rousseau’ya göre bir devletin kuruluş anları, tıpkı bir taburun kuruluş anları gibidir. Kuruluş zamanlarında dayanıklılığı az ve yıkılmaya çok elverişlidir. “Bunalım zamanlarında bir savaş, kıtlık, bir ayaklanma olursa devlet şaşmamacasına çöker. Bu fırtınalı zamanlarda birçok hükümet kurulmamıştır demiyorum, kurulmuş olabilir ama o zaman da devleti yıkan bu hükümetlerdir.” ifadesi ile bunalım zamanlarında kurulan hükümetlerin devletin yıkımında istemeyerek de olsa alabilecekleri role işaret etmektedir. Kriz zamanlarında ülkeyi ve toplumu yönetmek çok daha fazla bilgelik ve yetenek gerektirmektedir. Bu nedenle Rousseau yasacının yalnız gördüklerine göre değil, sezdiklerine göre de yargısını vermesi, durumun ileride alabileceği tehlikeleri de göz önünde tutması gerektiğini belirtmiştir.  Olayların gücü hep eşitliği ortadan kaldırmaya yöneldiği için yasaların gücü de her zaman eşitliği sürdürmeye çalışmalıdır. Ona göre “bir hükümetin iyi olabilmesi için halkın aşırı ölçüde güçlü olması gerekir. Yöneticiler ne kadar çok olursa, hükümet o kadar güçsüz olur. Yönetim işlerini görenlerin sayısı ne kadar artarsa, işler o kadar ağır yürür. Devlet ne kadar büyürse hükümet o kadar daralmalıdır. İşlerin yığılmasına ve tartışmalara yol açmayacak şekilde törelerde sadelik, sınıflarda ve zenginliklerde çokça eşitlik olmalıdır. Lüks az olmalı ya da hiç olmamalıdır. Zenginlik ahlakı bozar, zengini de yoksulu da bozar. Birinciyi mal, mülk ikinciyi de açgözlülük yüzünden. Lüks yurdu gevşekliğe ve yokluğa sürükler. İşte bunun için Montesquieu cumhuriyetin ilkesi olarak erdemi göstermiştir.”

Hiçbir yönetimin demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli olmadığını belirten Rousseau’ya göre demokrasi kadar durmadan biçim değiştirmeye çalışan, varlığını korumak için de daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim yoktur. “Bir tanrılar ulusu olsaydı demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil…” sözü ile de demokrasinin övüldüğünü hatta yüceltildiğini anlamak mümkün. Dolayısı ile gerçek bir demokrasi için olgun insanlara ve toplumlara gereksinim duyulduğu, coğrafya eğitiminin de bu bağlamda insanların ve toplumların olgunlaşmasında kritik öneme sahip olduğunu ifade edebiliriz. Zira demokrasi insan doğmuşların değil insan olmuşların yönetim şeklidir. Cumhuriyet yönetiminde halkın her zaman yalnızca aydın ve yetenekli kişileri yüksek göreve getirmesi ve bu kişilerin de görevlerini onurla yapması gerektiğini ifade eden Rousseau, Tanrı’nın öfkelenince kötü krallar yolladığını ve onlara Tanrı’nın cezası diye katlanmak gerektiğini belirtir. Lakin bunun bir politika kitabından çok vaaz kürsüsüne yakışacağını, bu durumun mucizeler yaratacağını söyleyen ama bütün hastalara dişlerini sıkmalarını salık vermek olan bir hekime benzetebileceğini belirttikten sonra meselenin kötü hükümetlere katlanmak değil iyi hükümetler bulmak olduğunu açıklamıştır. Rousseau “uyruklar kamusal dirliği överler, yurttaşlar da özgürlüğü” sözü ile bireylerin topluma ve devlete bağlanma farklılıklarını açıklamıştır. Kimi malları kimi güvenliği üstün tutmakta, kimi sert kimi yumuşak yönetimi savunmaktadır. Kimi suçların cezalandırılmasını, kimi işlenmeden önlenmesini istemektedir. Kimine göre komşu devletleri yıldırmak, kimine göre onları yok saymak daha iyidir. Kimi para elde ele geçsin, kimi halkın yiyecek ekmeği olsun demektedir. Peki, bu durumda değer biçme işinde nasıl uyuşulacaktır. Uzlaşma işleminin dogmatik olmadığını duygusal bir mesele olduğunu belirten Rousseau’ya göre “İnsanları uzlaştıran dogmalar değil duygulardır ve bu duygular olmadıkça ne iyi bir yurttaş olunabilir ne de sadık bir uyruk.” Bu konuda Marquis d’Argenson’un “Cumhuriyette herkes başkalarına zarar vermeyen şeyleri yapmakta tamamen özgürdür” cümlesine atıf yaparak toplumsal uzlaşmanın değişmez sınırını açıklamaktadır. Toplum dininin kurallarının yalın, az sayıda, açıklamalara ve yorumlara yer vermeyecek şekilde belirli olmasını isteyen Rousseau; her şeye gücü yeten, akıllı, iyiliksever, her şeyi önceden gören, yardımsever bir Tanrı’nın varlığı ile doğruların mutluluğunu, kötülerin ceza görmesini, toplum sözleşmesi ve yasaların kutsallığını olumlu dogmalar olarak görmektedir. Olumsuzlarını ise bire indirerek hoşgörüsüzlük olarak açıklamıştır. Toplumsal hoşgörüsüzlük ile dinsel hoşgörüsüzlüğü birbirinden ayıranların yanıldığını düşünen Rousseau, insanın cehennemlik saydığı kimseler ile barış halinde yaşayamayacağını, onları sevmenin onları cezalandıran Tanrı’dan nefret etmek demek anlamına geleceği için ya onları kesin imana getirmek ya da tedirgin etmek düşüncesinin baskın geleceğini belirtmektedir. Ve bu hoşgörüsüzlüğün kabul edildiği yerde toplumsal bir etki olması düşünülemez. Etki olunca da egemen varlık, egemen varlık değildir. O zaman gerçek efendiler rahipler, krallar ve sadece onların görevlileri olur. Bu durumda demokrasi ve cumhuriyetin temel ilkesi olan halkın krallığı derinden sarsılır. Ona göre savaşlara yol açan insanlar arasındaki ilişkiler değil olaylar arasındaki ilişkilerdir. Öyle ise “savaş insan ile insanın değil, devletin devletle olan ilişkisidir.” Dolayısı ile “devletin düşmanı insanlar değil yine başka devletlerdir.” İnsanların yaşayışlarını değiştirmezlerse yok olup gideceğini, özgürlükten vazgeçmeyi, insan olma niteliğinde, insanlık haklarından ve ödevlerinden vazgeçmek olarak gören Rousseau, böyle bir vazgeçmenin insan yaradılışı ile uzlaşmadığını düşünmektedir.

Toplum sözleşmesi ile bütüne bir varlık ve yaşam verildiğini düşünen Rousseau, ondan sonra yapılması gerekenin ise yasama yolu ile ona hareket ve sistem vermek olduğunu açıklamaktadır. Her türlü adaletin kaynağının yalnızca Tanrı olduğunu, eğer biz adaleti bu kadar yüksekten alabilseydik o zaman ne hükümetlere ne de yasalara ihtiyacımız kalmayacağını belirtir. Lakin dünyaya insan açısından bakıldığında adalet yasalarının doğal yürütme güçleri olmadığından insanlar arasında etkisiz kalacağını da düşüncesinin sonuna ekler. Rousseau’ya göre “Doğru insan herkese karşı bu yasalara uyar, ama kimse kendisine karşı uymazsa, o zaman bu yasalar kötünün yararına, iyinin zararına işler. Onun için, hakları ödevlerle uzlaştırmak ve adaleti kendi konusuna yöneltmek için sözleşmeler ve yasalar gerekir. Her şeyin ortak olduğu doğal yaşama halinde söz vermediğim kimseye hiçbir şey borçlu değilim. Her şeyin yasayla saptandığı toplum halinde ise durum böyle değildir.”

İnsan yapısının doğanın eseri, devletin yapısının ise insan ürünü olduğunu belirttikten sonra sürekli bir yönetim biçimi kurmak istiyorsak onu sonsuz yapmayı düşünmemek gerektiğini, politik bütünün tıpkı insan bedeni gibi doğar doğmaz ölmeye başladığını ve göçüşün nedenlerini kendinde taşıdığını ifade etmektedir. Devletin yasalarla değil yasama gücü ile yaşadığını, eskinin hep iyi olduğu yönündeki peşin yargının da eski yasaları daha saygın yaptığını ancak yasaların eskimekle gücünü yitirdiğini belirtir. Yasama gücünün yok olmasını devletin yaşamadığının göstergesi olarak ele almaktadır. Ona göre “insanın iç sorunlarının olağan sınırları sandığımız kadar dar değildir. Onu darlaştıran güçsüzlüğümüz, ahlaksızlıklarımız ve kör inançlarımızdır…  Alçak ruhlu insanlar büyük adamlara inanmazlar, aşağılık köleler özgürlük sözüne gülerler…” Tamamen tarihe, eskiye yaslanarak toplumu ve insanları geleceğe taşımanın mümkün olmadığını ifade eden bu cümlelerden sonra özgür bir gelecek için düşler kuran, düşünceler üreten insanların karşılaşacağı zorlukları da acı bir gerçeklik olarak bizlere göstermiştir.

Sonuç olarak Toplum Sözleşmesi kitabı güzel bir film ya da belgesel izlemek gibi çok keyif alacağımız bir kitap. Aklın, kalbin ve ruhun sınırlarında gezinen Rousseau’yu anlamak için biraz çaba gösterirsek hem bugünün hem de yarının sorularına, sorunlarına cevap bulabilme ihtimalimiz de artacaktır. Rousseau günümüz insanına değişimlerden, çelişkilerden, inançlardan, özgürlüklerden, insanlardan, devletlerden, toplumlardan, dünyadan ve belki de en önemlisi kendinden korkmadan ilerlemenin mümkün olduğunu gösterirken,  aynı zamanda bizi birlikte özgürce yani insanca yaşamaya davet etmektedir.

Kaynak Kitap: Rousseau, J. J., Toplum Sözleşmesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 15. Basım, İstanbul, 2019.

[1] Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi